BÖLÜM 1 : GEÇMİŞİN İZLERİ

8 1 0
                                    


Yağmur hızını kesmeden tüm şiddetiyle devam ediyordu. Geçtiği bütün sokakları yağmur damlaları kaplamıştı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur diye kastedilen şey tam da bu olmalıydı. Yola çıkmadan önce yağmurun şiddetini bu denli artıracağını öngörememişti. İşyerinin hemen karşısındaki metro istasyonuna gitmiş, ilk gelen metroya binip, buraya kadar gelmişti. Akşamüzeri şehrin bu kısmının işlek olacağını tahmin ettiğinden arabasıyla gelmek istememişti. Trafikte yaşayacağı stresin, şu an yaşadığından daha az olmayacağını biliyordu. Yine de içinde bulunduğu durumu göz önüne aldığında, arabasıyla gelmediği için pişman olmuştu. En azından arabasıyla geldiğinde, üstü başı kuru kalacak ve bu şekilde tepeden tırnağa sırılsıklam ıslanmış olmayacaktı. Üstelik metro ile yaptığı yolculuğun da pek rahat geçtiği söylenemezdi. Bindiği metro seferi insanların iş çıkış saatine denk geldiğinden oturacak bir yer bulamadığı gibi balık istifini andıran bir biçimde, itiş kakış ayakta gelmek zorunda kalmıştı. Ve çekmek zorunda kaldığı bu eziyet, ineceği yere kadar yani tam on iki istasyon boyunca sürmüştü. İndiği duraktaki metro istasyonundan buraya gelene kadar da yol boyunca birçok su birikintisinin üzerinden atlamaya çalışmış ve bu girişimlerinin birçoğu da başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Tıpkı ayakkabıları gibi pantolonunun paçaları da su ve çamur içindeydi. Neyse ki buluşma yerine az kalmıştı. Gideceği yer biraz ileride, yolun sonundaki restorandı.

Uzun zamandır görmediği bir arkadaşının bu davetini geri çevirememişti. Arkadaşı işyerinden onu aramış ve kendisiyle uzun zamandır görüşemediklerini, onu özlediğini ve eğer o da müsaitse, onunla bir yerlerde oturup konuşmak istediğini söylemişti. Kendisiyle konuşmaya ihtiyacı olduğunu da sözlerine eklemişti. Üstelik bu arkadaşının, telefonda konuşurken sesi hiç de iyi gelmiyordu. Sıkıntılı bir ruh hali içinde olduğu belliydi.

Kimbel, restoranın önüne vardığında gördüğü kalabalık tuhafına gitmişti. Hepsi birbirine benzeyen, bu tek tip takım elbiseli adamlar, büyük olasılıkla restoranda yer bulamamış olmalıydılar. Ve muhtemelen kaldırımda durmuş, yağmurun dinmesini bekliyorlardı. Burası öyle her aklına esenin elini kolunu sallayıp gelebileceği bir yer değildi. Buraya gelmeden önce rezervasyon yaptırmak şarttı. Rezervasyon yaptırmadan gelenler, rezerve edilmemiş boş bir masa olmadığı takdirde, bu adamlarla aynı kaderi paylaşırdı. Restoranın kapısını açmasıyla kapı üzerindeki zil çınlamaya başladı. İçerisi, buluşmak üzere geldiği arkadaşını bir anda seçemeyecek kadar kalabalıktı. Kapının girişinde durup, arkadaşını görmek için etrafına bakınırken, rezervasyonunun olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen garsona, arkadaşının ismini söyledi.

— Şavel. Şavel Polonet.

— Evet. Bay Polonet. Masa sekiz. İsterseniz, ben montunuzu alayım, efendim.

— Evet, iyi olur, teşekkürler.

Kimbel'ın üzerinden çıkardığı montu alan garson gidecekleri yönü avucunun içi açık bir şekilde eliyle göstererek;

— Buyurun, lütfen. Beni takip edin, dedi.

Rezervasyon yapılan sekiz numaralı bu masa cam kenarında ve restoran girişinin diğer bir ucundaydı. Garson eşliğinde oturacağı masaya doğru yürürken, Kimbel'ın aklına bir soru takılmıştı. Bu garsonun ''Evet, Bay Polonet'' cümlesinden, kendisini mi kastettiğini yoksa Şavel'i tanıyor olduğu için mi öyle söylediğini anlayamamıştı. Kim bilir, belki de Şavel bu restoranda tanınan birisiydi ve garson, onu kastetmişti. Yine de bundan emin olamamıştı. Bunu anlamak için yürüdüğü yerde hiç bozuntuya vermeden,

— Kendisi yok galiba. Daha gelmedi mi?, diye sordu.

— Hayır, efendim, kendisi henüz teşrif etmedi. Siz buyurun oturun, ben size yemekten önce içecek bir şeyler getireyim, isterseniz.

Körebe TalihHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin