İlk günün yorgunluğunu atmak için yapacağım en iyi şey yazmaktı. Parmaklarım kopana dek yazmak ve bundan asla pişman olmamak. Masanın başına geçtim ve parmaklarım otomatik olarak klavyenin üzerindeki yerini aldı. Fakat ilk defa, ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Uzun zamandır yapmayı istediğim şey için en doğru zaman bu muydu?
Yapmak istediğim o şey...
Romeo'yu düşlemek ve onu tasvir etmek.
Bu bana inanılmaz acı verecek olsa da, hiç görmediğim birini en ince ayrıntısıyla yazmaya kalkmak bir parça delilik olsa da bunu yapmadan rahat edemeyeceğimi biliyordum. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve açtığımda yazmaya başlamıştım bile.
Penceremden dışarıyı izlerken bu harika manzarayı daha iyi görebilmek için gözlerimi kısıyorum. Usta bir ressamın tuvalinden yansıyan turuncular, sarılar, göğü hiç olmadığı kadar hoş bir kızıllığa boyuyor; evrenin ne kadar kusursuz olduğunu bir kez daha hatırlatmak istercesine üzerimizde parıldıyor.
Gözleri aynı parıltıyı taşıyan birini tanıyorum. Okyanus gibi bakan bu tatlı çocuğun ela gözlerinin etrafı, güneşin bir parçasını taşıyormuş gibi görünen altın sarısı harelerle çevrili. Alnına dökülen perçemleri öyle güzel ki çehresinin sertliğini kırıyor, kimi zaman ufak bir çocuk gibi görünüyor. Ama gözlerine bir baktınız mı... Yanlışlıkla birbirine değen bakışlar bazen o kadar etkili olabiliyor ki eve gidip üzerinizi değişirken, açlıktan zil çalan karnınızı doyurmak için masaya oturduğunuzda veya uykuya dalmadan hemen önce aniden zihninizde beliriyor ve gözlerinin renginin ne olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz.
Bal rengi mi? Yeşile çalan bir kehribar mı? Yoksa güneşin ta kendisi mi? Sahi, gözleri ne renkti? Onu bilmem ama bakışları okyanus gibiydi. Öylesine bir bakışın bu denli derin olabilmesi insanın aklına bazı sorular getiriyor haliyle.
Acaba yakından bakınca nasıl? İnsanı öldürebilir belki de.
Tam da bu cevabı öğrenebilmek için ceketimi alıp dışarı çıkıyorum. Gideceğim yer belli. Onu ilk gördüğüm o muhteşem tepe.
İşte orada! Üzerinde hardal sarısı tişörtü, kulağında kulaklık, siyah sırt çantasını takmış öylece oturuyor. Eve dönerken iki dakika rahatlayıp nefes almak istermiş, geçerken uğramış gibi... Oysa ben onun için geldim ve onun da burayı özel bulmasını istiyorum. Belki de öyledir. Bunu öğrenmenin tek bir yolu var.
Gidip yanına oturuyorum. Ne bir arkadaş kadar yakın, ne de bir yabancı kadar uzağına. Sadece oturuyorum ve manzarayı izliyorum. Şehir ayaklarımızın altında gibi ama evler bir o kadar da yakın. Burası gerçekten ilginç bir yer.
Bana dönüyor. Elâ bakışlarını üzerimde hissediyorum. Muhtemelen "Bu kız burada ne yapıyor?" diye düşünüyor. Ya da ondan da önce, "Kim bu?"
"İnsanlar güzel tablolar görebilmek için kilometrelerce yol gidiyor. Bazıları milyon dolarlar ödüyor. Ama her sabah ve akşam saat 5'i gösterdiğinde oluşan şu manzara, hepsinden çok daha özel."
Hipnotize olmuş gibi bana bakıyor. Gözlerine bakmadan sözlerime devam ediyorum. Çünkü bakarsam konuşamayacağımı biliyorum. Muhtemelen gözlerinin güzelliği beni büyüleyecek ve dilsiz deniz kızına dönüşeceğim.
"Tanrı, ressamların en kutsalı ve yeteneklisidir. Yalnızca başını kaldırıp baktığında bile onun eserlerini görebilirsin ve hiçbiri birbiriyle aynı olmaz. Bak," İşaret parmağımla uzaklarda bir yeri gösteriyorum, "şurası az önce turuncuydu. Şimdiyse... Yine turuncu olduğunu düşünebilirsin ama hayır..."
"Kehribar." Bakışlarını gösterdiğim noktaya sabitlemiş, kollarını bacaklarının etrafına sarmış öylece duruyor. Cevap vermesine şaşırıyorum ve yanında oturduğum andan beri ilk defa gözlerine bakıyorum.
"Senin gözlerin gibi." Bu kez o da bana dönüyor. Sözlerime devam ediyorum.
"Biliyor musun, belki de burada oturup bu manzarayı çok fazla izlediğin için gözlerin aynı rengi almıştır. Ciddiyim, bu kadar aynı olması mümkün değil. Yoksa senin gözlerinde de mi gün doğuyor?"
"Kimsin sen?" Bakışları derinleşiyor ve korktuğum başıma geliyor. Öyle derin ki içinde boğulmamak için uzun süre içinde kalmamak, gözlerine bakmamak lazım. Bundan sonra tövbe konuşamam, tutuluyor dilim ve aklım gidiyor başımdan.
"Cidden. Kimsin? Öyle güzel konuşuyorsun ki sanki..." doğru kelimeleri seçebilmek için kendi içinde bir savaş veriyor. "...Tanrıça Aine'nin ışığı var üzerinde. Güneşin Tanrıçası, aşkın timsali ve Güney Munster Perilerinin kraliçesi. Böyle bir kadın gerçekten var olsaydı, sen olarak mı vücuda gelirdi? Bana sorarsan... Kesinlikle."
Söyleyecek kelime bulamıyorum. Sessizlik olmasını da istemiyorum çünkü bu inanılmaz garip hissettiriyor. O yüzden bildiğim yerden devam ediyorum.
"Dünya hiçbir zaman bir saniye öncesi gibi değil. Gökyüzü asla aynı kalmaz; bulutlar hareket eder, Güneş daha romantik batar, Yıldızlar bazı geceler daha şevkli parıldar. Hisler de böyledir, şimdi sana ilginç gelen sözlerim gün gelir safsatadan ibaret olur. Tanrıçaların aslında gerçek olmadığını içten içe bilirsin ama yine de gerçek olmasını dilersin. Tıpkı uzaylılar ve deniz kızları gibi. Hem yürekten inanır, hem de saçmalık olduğunu bilirsin."
"Kalkıp da bana bunların gerçek olmadığını söyleyemezsin. Çünkü öyleler. Düşündüğün her şey gerçektir. Düşünceden de öte, sen şu an benim yanımdasın. Etten ve kemikten, canlısın ve varsın. Bunu hiçbir hayal gücü inkar edemez."
"Gerçekliği inkar etmek mümkün değildir. Ta ki gerçeğin ne olduğunu öğrenene kadar."
"Ve bunu asla bilemezsin." Bakışlarını tekrar ufuğa çeviriyor.
"Aynen öyle." O uzaklara daldığına göre artık ona bakabilirim. Kirpikleri yandan daha uzun duruyor, onlar da tıpkı saçları gibi açık renkte. Saçlarının, kirpiklerinin, teninin rengini tasvir etmek için dünya üzerindeki tüm renklerin isimlerini bilmem gerekiyor. Hatta belki de dünya üzerinde bile bulunmayan renklere boyanmış nadir bir parçadır. Gökyüzünden kopup gelmiş, yanıma düşmüştür. Mitolojik bir yaratıktır ve bu tepede yaşıyordur. Güzelliğin vücut bulmuş halidir belki; belki daha da ötesi. Ne olduğunu bilmiyorum ama onu bir kez daha görmek istiyorum. Kader bizi bir kez daha bir araya getirinceye kadar bunun kader olduğuna inanmayacağım. Zihnime, yüzünün en güzel halini kazıdıktan sonra yanından kalkıyorum. Hiçbir şey söylemiyor. Bana bakmıyor. Biliyorum ki göğe her baktığımda bu muhteşem tabloyu izleyen kehribar gözleri de orada olacak. Bakışlarımız aynı kızıllıkta buluştuğunda tekrar göz göze geleceğiz.
O ana dek hoşça kal, göğe bakmayı unutma.
Yazmayı bitirdiğimde nefes alamadığımı hissettim. Göğsüm sıkışıyor, nefesim daralıyordu. Bu hikaye ciddi anlamda soluğumu kesmişti. Romeo'nun hayali bile beni nefesimi kesecek kadar heyecanlandırıyorsa kendisiyle bizzat tanışmayı hayal etmek bile imkansız gibi bir şeydi.
Hemen kalkıp bileklerime kolonya döktüm. Balkona çıkıp derin nefesler aldım. Öyle derindi ki ciğerlerim havayla dolduğunda acıdı. Yoksa bu acıyan göğsüm değil de onun içinde dinlenen kalbim miydi? Bugün onu fazla mı yormuştum? Düşünmemek için kendimi zorladığım, hissetmemek için baskıladığım duyguları gün yüzüne çıkarmak yanlış mıydı? Hata mı ediyordum? Romeo'yu beklemek aptallık mıydı? Hikayeyi paylaşmadan önce sonuna eklediğim şu cümleyle yükümü biraz olsun hafifletmek istedim:
Romeo dönene kadar Juliet derin bir uykudadır. Romeo'suz Juliet, dilsiz deniz kızından farksızdır. Sen tekrar yazana dek yazmak bana işkencedir. Bakışlarımız tekrar buluşana dek elveda sevgili Romeo. Pixie artık burada olmayacak...
Ve böylece Romeo geri dönünceye dek yazmamaya yemin ettim. Bu sonsuza dek sürse bile.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaz Rüyası
Chick-LitBence insan senin de dediğin gibi, bir ruha aşık olmalı. Normal hayatımda gördüğüm yüzlerce insana rağmen ben, hiç tanımadığım, hiç bilmediğim; ama düşüncelerine ve hislerine hakim olduğum biri hakkında düşünmeyi daha çok seviyorum. Zihnimin seninle...