"Sana söylediğim kitabı okudun mu?"
Saat sabah 5'i gösteriyordu. Sabahları erkenden kalkıp okula gitmeden önce soru çözmeyi alışkanlık hâline getirmiştim. Bu sabah da testleri bitirdikten sonra kahvaltı hazırlıyordum ki Rüzgar aradı. Onun aramalarına artık alışmıştım gerçi ama daha önce hiç bu saatte aramamıştı. Dün tavsiye ettiği Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı kitabı okuyup okumadığımı merak etmişti.
"Evet, gece uyumadan bitirdim."
Telefonu omzum ile yanağım arasına sıkıştırmış, bir yandan kaşar doğruyordum.
"Ee, nasıl buldun? Ne düşünüyorsun?" Öyle hevesliydi ki konuşmaya odaklanabilmek için masaya oturup telefonu doğru düzgün kulağıma koydum. Okuduklarımı hatırlamak için kendime birkaç saniye verdikten sonra eleştiriye başladım.
"İncecik bir kitaba bu kadar çok şey sığdırmak... Koskoca bir hayat, ölümsüz bir aşk."
"Sence bu aşk ölümsüz mü? Kadının yaptıklarına sinir olmadın mı?"
"Adam kendisini hiçbir zaman tam anlamıyla tanımadı, tüm kalbiyle sevmedi belki ama kadının o karşılıksız sevgisi..." Ben doğru kelimeleri ararken Rüzgar kitaptan alıntı yapmaya başladı.
"Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?" Ardından ben de aklımda kalan en dokunaklı cümleyi söyledim.
"Sana, beni asla tanımamış olan sana... Ne acı ama. Aşk ne kadar acı veriyorsa o kadar güzeldir bence. Zorluklar sevgiyi perçinler, uzaktayken daha yakınsındır ve eğer imkânsızsa; o kesinlikle gerçek aşktır."
"Miray Hanım, bu konuda size katılmakla beraber tartışmamız gereken noktalar olduğunu düşünüyorum. Zira bir şeyin imkânsız olması onu mükemmel yapmaz. Sadece onu daha yakından tanıma ve belki de yavaş yavaş soğuma ihtimalini ortadan kaldırdığı için mükemmelmiş gibi görünür. Bence gerçek aşk bunun tam tersi."
"Nasıl yani?" Kahvaltıyı tamamen unutmuştum. Rüzgar, aşkın yaşadıkça bitmeyen bir gerçeklik olduğunu savunuyordu. Sözleri aklımı öyle karıştırmıştı ki kaç dakikadır konuştuğumuzun bile farkında değildim. Hatta okula geç kaldığımın da.
"Bir dakika bekler misin, üzerimi değiştireceğim." deyince aşırı mahçup bir ses tonuyla özür diledi.
"Okula geç kalıyorsun benim yüzümden. Neyse, sonra konuşuruz o zaman."
Kapatmasına engel olmak için yatağa fırlattığım telefonu çabucak elime aldım.
"Hayır hayır, dur. Clarissa'dan bahsediyorduk. Böyle muhteşem bir kitaptan söz açılmışken telefonu kapatmak istemem. Bana sadece beş dakika ver." Güldü ve sonra ikna olup tamam dedi.
Üzerimi değiştirip evden çıktım. Okul yakın olduğu için her zamanki gibi on dakikalık mesafeyi yürüdüm.
"Revirde yatan yaralı askerlerde sevgilisini görmesi, baktığı her yüzde onu düşünmesi ve birinin yarasını sararken onun acılarına da derman oluyor gibi hissetmesi beni öyle derinden etkiledi ki... Keşke o anı bir film karesi olarak görebilseydim, öyle çok isterdim ki." Bunu söylerken sınıfa giriyordum. Dersin başlamasına beş dakika vardı ve sınıf başkanı çoktan telefonları toplamaya başlamıştı. Başımla Efe'ye selam verdikten sonra yerime oturup konuşmaya devam ettim.
"Onun filmi var diye hatırlıyorum ama bir bakmam lazım." Ben şimdi bu konuşmadan nasıl kopayım, heyecanımı içimde nasıl tutayım?
"Ne? Ciddi misin? Lütfen benim için araştır." Başkan tepemde dikilmiş telefonu kapatmamı işaret ediyordu. Hoca sınıfa girmek üzereydi.
"Rüzgar! Lliseli olduğum için özür dilerim, telefonumu teslim etmek zorundayım. Sonra görüşürüz olur mu? Bu arada, böyle muhteşem bir kitabı okumamı sağladığın için teşekkür ederim. Gerçekten de.. Bi dur vereceğim ya darlama beni, git diğerlerini topla. Afedersin, ne diyordum? Teşekkürler, ben..."
"Akşam seni evden alırım, motorda devam ederiz. Görüşürüz ve iyi dersler!" Telefonu kapattı. Bir siyah ekrana bir de sınıfa giren coğrafya hocasına baktım.
"Motorda?" Kafam karışmıştı. Rüzgar Ankara'ya mı dönmüştü? Sınıf başkanı telefonu elimden çekip aldı ve bir an sonra ders başladı.
"Sen iyi misin?" Efe şüpheli gözlerle bana bakıyordu.
"Kiminle konuşuyordun?"
"Heey, ne oluyor ya?" Üçüncü denemesidnen sonra kendime geldim.
"Sabah çok erken kalktım ve kahvaltı yapamadım, beynim pek çalışmıyor. Aldırış etme." Böyle deyince Efe sıranın altından en sevdiğim kaşarlı simitlerden çıkardı. Aşk dolu bakışlarla simite bakarken "Beni ye!" diye onun da benim gözlerimin içine baktığına yemin edebilirdim.
"Al sen ye, ben sabah çok yedim zaten." Efe kahvaltı yapmazdı ve yemeğini benimle paylaşıyordu. Bir an gözlerim dolunca gülmeye başladı.
"Bölüşelim bari." deyip yarısını Efe'ye verdim. Ağlamama ramak kalmıştı.
"Neden ağlıyorsun ya sadece bir simit." Hâlâ gülüyor ve benimle dalga geçiyordu ama açlıktan mıdır bilmem, aşırı duygusal anlar yaşıyordum.
"Sadece bir simit değil işte. Toplama kampında ekmeğini arkadaşıyla paylaşan Leyna gibi hissediyorum kendimi."
"Miray çabuk ye, beynine kan gitmiyor şu an."
***
Yoğun dersler, kalbi kırık arkadaşlar ve kalabalık sınıfın çekilmez gürültüsüyle geçen bir gün daha geride kalmıştı. Çıkışta telefonu elime aldığım an Rüzgar'dan gelen mesajı gördüm.
"Konum at."
Tamam, bu biraz garip gelmişti. Ama eve gidince dediğini yaptım ve üzerimi değiştirdikten sonra kendimi yatağa bıraktım.
"Sadece gözlerimi dinlendireceğim. Sonra kalkıp yemek yerim, sonra bir şeyler yazarım; ama artık yazmıyorum ki. Olsun, ben yine de yazarım, yayınlamam." Gözlerim kapalı, kendi kendime mırıldanırken uykuya nasıl daldığımı bile anlamadım. Bana göre bir saniye, dünyaya göre ise 3 saat sonra uyandığımda kafam daha bir ağırlaşmıştı. Kalkıp yüzümü yıkamaya bile mecalim yoktu.
"İlk birkaç hafta hep böyle oluyorum." Elime rastgele bir kitap alıp okumaya başladım. Saatler yine su gibi akmış, hava neredeyse kararmıştı. Saatlerdir oksijensiz kalan odamdan balkona çıkınca ciğerlerim adeta bana teşekkür etti. Caddeden geçen arabaları, otobüsleri, motorları gördüm.
Motorları gördüm.
Rüzgar? Bugün Rüzgar geliyordu ve bu benim tamamen aklımdan çıkmıştı. Saate bakmak için telefonu elime aldığımda Rüzgar'dan bir mesaj geldiğini gördüm.
"Bir saate oradayım."
Mesajı yarım saat önce atmıştı.
"Koş Miray koş!" Hızlı bir duşun ardından makyaj masama oturup aynı hızda süslendim. Halka küpelerimi taktım, saçlarımı açık bıraktım ve dudağıma parlatıcı sürdüm.
"Bir de kafana şu fuları bağlasan tam 50'lerden fırlamış gibi görüneceksin." derken kapı çaldı. İki dakika içinde üzerime ne bulduysam geçirdim. Yani kot şortumu ve üzerinde çiçekler bulunan pembe tişörtümü.
"Geldi! Anne, Rüzgar geldi. Ben çıkıyorum, geç kalmam merak etme." Annemin yanağına bir öpücük kondurup kadını şaşkın bir halde öylece bıraktım ve son anda çantamı alıp kapıyı açtım.
Rüzgar siyah kısa kollu tişörtü ve siyah pantolonuyla motoruna yaslanmış beni bekliyordu. Saçlarıma, makyajıma dikkatlice baktı. Sonra yana çekilip centilmen bir hareketle geçmem için işaret etti.
"Gidelim mi?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaz Rüyası
Chick-LitBence insan senin de dediğin gibi, bir ruha aşık olmalı. Normal hayatımda gördüğüm yüzlerce insana rağmen ben, hiç tanımadığım, hiç bilmediğim; ama düşüncelerine ve hislerine hakim olduğum biri hakkında düşünmeyi daha çok seviyorum. Zihnimin seninle...