Örtüsü kırmızı çizgili kare desenlerle kaplı o küçük, yuvarlak masada oturuyordun. Tıpkı benim de yapmakta olduğum gibi. Fakat ben senden üç masa kadar uzakta ve sana göre biraz çaprazda kalıyordum. Önünde sonbahar yeşili, ciltli bir defter vardı . Elinde de onun içine bir şeyler karaladığın gümüş gövdeli dolma kalem. Arada bir yazmayı bırakıp, yanında duran, pembe çiçeklerle süslenmiş porselen kahve fincanına uzanıyordun. Fincanı tutuşun çok zarifti. Yani öyle serçe parmağın havada, kraliyet mensupları gibi ürkekçe tutmuyordun ama yine de çok zarifti.Beni seni izlemeye iten şey tam olarak neydi bilmiyorum. Belki yukarı doğru bakınca kaşlarına kadar inmiş kara kahküllerine değen kıvrık kirpiklerin, belki de kabarık kollu, sarı renkli ve ince kumaşlı yaz elbisen... Ya da sol gözünün köşesine oturmuş küçük kahverengi benin. Anlaşılan seni izlemek için sebebim çoktu. İşte tam da o anlarda fark ettim her şeyi .
İlk önce yanakların suç işlemiş bir çocuğunki gibi hafifçe kızardı, sonra dolma kalemini büyük bir itinayla yere düşürdün. Ardından da tam mürekkebinin aktığı sivri ucundan tutarak, ki bunu yaparken parmaklarını boğumları beyazlayacak kadar sıkmıştın, uzanıp geri aldın. Hemen sonra da fincanın kulpunu tuttun o mürekkepli parmaklarınla, biraz öylece bekledin. Sonra parmaklarını çektiğin, maviye boyanmış mürekkepli kulpu inceledin gözlerinle. Yüzüne talihsiz bir hava verdin ve hâlâ mürekkep lekesi olan sağ elini yukarıya kaldırdın yavaşça .
"Garson, bakar mısınız lütfen?!"
O sırada neredeyse mutfağa girmek üzere olan garson elindeki boş tepsiyi bırakmadan yanına geldi. İki elini önünde birleştirip tepsiyi vücuduna yasladı.
"Buyrun efendim, bir sorun mu vardı?" dedi bakışlarını fincanın etrafında gezdirerek.
Sanırım mürekkep lekesi olan kulpu fark etmişti.
"Bir yandan kahvemi içerken bir yandan da gördüğünüz şu defterime yazı yazıyordum. Kalemimin mürekkebi elime akmış, aynı elimle fincanın kulpunu tutunca da malumunuz ..."
"Anlıyorum." dedi garson başını sallayarak. Sen sözlerine devam edecek gibi olunca merak dolu gözlerle sana baktı.
"Ücretini size ödesem ve fincanı alsam olur mu? Hatta dilerseniz biraz daha fazlasını da verebilirim. Mürekkep Japonya'dan gelme, özel yapım bir mürekkeptir, lekesinin çıkacağını sanmıyorum ." dedin kendinden emin bir sesle.
Garson tepsiyi masaya bırakıp fincanı aldı. Belindeki havluyla kulpunu ovaladı biraz. Hakikaten de çıkmamıştı lekesi.
"Ben bir patrona danışıp geleyim müsaadenizle." deyip ayrıldı yanından.
O sırada bakışların kafenin içinde dolanmaya başladı ve sonunda göz göze gelebildik. Bakışlarımda, olayın başından beri seni izlediğim fazlaca belliydi sanırım. Telaşa kapılıp üst üste attığın bacaklarını düz bir hâle getirdin. Zaten dik olan duruşunu da iyice düzelttin ve sırtın sopa yutmuş gibi dimdik oldu. Gergince gülümsedin yüzüme karşı.
O an istemeden bir kahkaha kaçırdım ağzımdan. Utanıp, bakışlarını dizlerin üzerinde birleştirdiğin ellerine çevirdin. Vaziyetimiz bu iken garson hâlâ kulpu lekeli olan fincanla çıkageldi. Parayı ödedikten sonra fincanı alabileceğini söyledi sana. O bunu der dermez bir miktar para çıkardın çantandan.
"Üstüne lüzum yok, bahşiş olsun. Ellerinize sağlık." diyerek ve pılını pırtını toplayarak aceleyle ayrıldın mekândan.
İçime bir dürtü geldi. Aynı hızla yarım kalmış çayımın parasını masaya bırakıp, garsona el işareti ile haber ettikten sonra koşarak çıktım ben de peşinden. Elbisenin cıvıl cıvıl rengi sağ olsun seni insanlar arasında ayırt etmem uzun sürmedi. Hızlı adımlarla yetiştim sana.
"Demek mürekkep elinize ak-mış(!) öyle mi?.." dedim sol tarafına geçerek.
"Öyle!" dedin sinirle.
Her şeyi, tüm doğrusuyla görmem keyfini kaçırmıştı anlaşılan.
"Niye yaptın bunu?" diye sordum hayret ve merak içirsinde.
"Size ne beyefendi?"
Bunu söylerken yürümeyi bırakıp vücudunu bana dönmüştün.
"Fakat merak ediyorum. Bu hadise hayatımda şahit olduğum en ilginç hadiselerden biriydi."
"Bu sizin sebebiniz, benim olanları size açıklamak için hiçbir sebebim yok!"
"O halde sizi şikayet etmek durumunda kalacağım."
"Sakın!.." dedin korkuyla.
"Lütfen şu durumu izah edin o zaman."
Şöyle bir baştan aşağı süzdün beni. Beyaz kayışlı saatine baktın kolunu kaldırıp.
"Biraz vaktim var, evim arabayla buradan yirmi dakika kadar uzakta. Bir kahvemi içmek ister misiniz?" dedin.
Olur anlamında kafamı salladım. Gök mavisi kaplumbağa arabana binerek az çok aşina olduğum sokaklar arasından geçtik. Dışı fıstık yeşiline boyanmış bahçeli küçük bir eve gelince buranın sana ait olduğunu anlamıştım.
Arabayı park edip içeri geçtik. Salonun en az iki nesillik, işlemeli ve bol çiçek desenli ev eşyalarıyla doluydu. Koltukların ahşap kollarındaki kabartmalı desenler adeta büyülemişti beni. Sen çantanı bırakıp mutfağa giderken ben onlardan birinin üstüne oturdum. Ardından gördüğüm şey aklımı yerinden oynayacaktı neredeyse.
Bir sürü, dev bir vitrin dolusu, kulupları mavi lekeli çeşit çeşit fincanlar... İlk seferin değilmiş meğersem benim gördüğüm bu mevzu.
Kaç dakika baktım vitrine öylece bilmiyorum. Önüme bir sehpa, üzerine de tıpkı vitrindekiler gibi yine kulpu mavi lekeli bir fincan koyana kadar çıkamadım daldığım düşüncelerden.
Fincanından bir yudum kahve alıp anlatmaya başladın.
"Bundan 4 sene evvel, bir kaza geçirdim. Fena bir trafik kazası..."
Elinle kahküllerini yukarı kaldırıp alnını neredeyse boydan boya çizen beyaz yara izini gösterdin.
"O gün de dahil olmak üzere yaşadığım son iki ayı unutttum ardından. Hafıza kaybı dedi doktor... Anılarımın gelmesinin imkansıza yakın olduğunu söyledi. Dört sene içinde tek bir şey hatırladım sadece. Sevdiğim bir adam vardı, yeni tanışmıştık. Gün sayısını anımsayamıyorum ama yeni olduğunu hissediyorum. Bir kafedeydik onunla, küçük bir masada, porselen fincanlardan kahve içiyorduk karşılıklı. Ne mekânı ne de kahve içtiğimiz fincanların nasıl bir şey olduğunu hatırlıyorum. Hele ki onunla ilgili tek bir görsel bile oluşmuyor aklımda. Kazadan bir ay sonra hatırlatmıştım bu olanları da zaten. Sevinip devamının geleceğini düşünmüştüm hatıralarımın fakat..."
Bir hıçkırık kaçtı ağzından. Gerisi gelmedi. Ben tamamladım içimde cümleni.
"Hangi fincana dokunduğunu bilmiyorum onun, hangi kafenin hangi masasında oturduğumuzu da. Tüm fincanlar sanki onunkiymiş gibi toplayıp kendime saklıyorum. Bazen aşk, sadece bir fincana sığdırılır..."
Fincan toplamana sebep olan o adamın ben olduğunu itiraf edemedim sana. Kazânın dört sene evvel değil on dört sene evvel olduğunu, iki ayını değil iki seneni unutturduğunu da... Seni şimdi bulmuştum ama ta on dört sene önce kaybetmiştim Nâgehan ve o zaman mavi mürekkepler, senin için aşkını korumanın tek güvencesi olmuştu.
Son
Hikaye beğenilirse 15 bölümlük bir kitap halinde uzatılabilir belki. Okuduğunuz ve vakit ayırdığınız için teşekkürler 🍀
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nâgehan Bir Mürekkep Lekesi
Short Story"Bazen aşk yalnızca bir fincana sığdırılır..."