Annesi öldüğünden beri onun odasına girecek cesareti bulamamıştı kendinde. O odaya girdiğinde annesinin kokusuyla karşılaşacak, onun kıyafetleri, onun anıları Esila'yı heyecanlandıracak, muhtemelen yine bir krizin ortasında bulacaktı kendini.
Fakat her zamankinden daha çok özlüyordu bu sefer onu.
Sanırım annesinin odasına girmek ona iyi gelecekti. İlk defa böyle düşünüyordu. Bu konuyu babasıyla da konuşması lazımdı.
Babasının sarhoş olmadığı nadir zamanlarda konuşması lazımdı.
Çünkü babasıda odaya hiç girmediğini söylemişti. Belki de onun anılarından kaçmak, ona saygısızlıktı?
Esila tam annesinin yatak odasından uzaklaşacaktı ki, birden kendini odanın içinde buldu. Bu garipti, sanki bir odada değil başka bir gezegendeydi. Ama itiraf etmesi gereken bir gerçek vardı ki; bu gezegen çok güzeldi. Bu koku, Esila'nın ruhunu okşuyordu. O an oda hakkında hiçbir şey hatırlamadığını fark etti. Sahi, annesi hakkında ne hatırlıyordu ki? Onu en son 8 yaşında görmüştü. Ona dair hatırladıkları ise iri gözlere sahip olması ve beline kadar inen dalgalı saçları ile sınırlıydı. Peki ya gözlerinin rengi? Ela mıydı? Hayır, sanırım yeşildi. Belki de yanlış hatırlıyordu -yanlış hatırlayamıyordu- açık kahverengiydi. Ya dudağı? Dolgun olmalıydı. Acaba kirpikleri uzun muydu? Bunlara kafa yormak saçmaydı. Babası da onun hakkında hiçbir şey söylemez olmuştu. Annesi hakkında herhangibir şey öğrenemeyecekti.
Cevabını alamayacağı soruları delicesine merak etmek ona hiçbir şey kazandırmazdı. Belki biraz hüzün.
Bütün bu düşüncelerden sıyrılıp annesinin, meleğinin anılarının yanından geçip giderken aynalı masanın üstündeki bir çerçeveye gözleri takıldı. Annesini fotoğrafı! Nasıl da güzeldi öyle. Hem güzel, hem kusursuzdu o, hayran olmamak mümkün değildi.
Babası her ne kadar annesinin dış görünüşünü değil, iç güzelliğini sevdiğini söylemiş olsa da, dünya üzerinde yüzü çirkin, ruhundan güzellik akan birsürü kadın vardı.
Onlardan birini sevebilirdi ama Maria'nın -annesinin- güzelliği farklıydı. Ondan daha güzel kadınlar elbette vardı fakat hem güzel yüzü, hem insanı şaşırtan zekası, hem huzur veren sesi, hem de temiz kalbiyle Maria eşsizdi. Tam anlamıyla eşsiz. Esila'yı annesine benzetenler haksız değillerdi.
Esila sessizce kokunun yoğunlaştığı tarafa ilerledi. Koku annesinin bembeyaz çarşaflı yatağından geliyordu. Ve beyazlara boğulan odada farklı olan fakat göze çarpmayan siyah bir zarf gördü. Beyazlar içinde ki yatağın üzerinde siyah bir zarf.
Zarf daha önce açılmıştı. Bu bir mektup olmalıydı. Annesinin yazdığı bir mektup! Fakat zarfın içi boştu. Annesi neden içi boş bir zarf bıraksın ki? Belki de bu bir mesajdı. Maria kanser olduğundan beri şifreli konuşurdu. Esila narin parmaklarını saçlarının arasından çekip istemsizce akan gözyaşlarını sildi. Biraz daha yaklaşınca yerde bir kağıt buldu. Zarfın içi boş değildi. Birileri Maria'nın odasına girmiş ve mektubu okumuştu. Peki ya kim? Eve temizliğe gelen Sema teyze o odaya girmemesi gerektiğini hisseder, bir yandan da korkardı zaten. Oda yıllar önce kocasını kaybetmişti ve bu konularda hassastı. Kapı zaten kilitliydi istese de giremezdi. Anahtar sadece Esila'da, babasında ve Nejat abide vardı. Nejat abide evin bütün odalarının anahtarları vardı zaten o da ev sahibi sayılırdı bir yönden. O babasının yıllardır görüştüğü öz kardeşinden farkı olmayan yakın arkadaşıydı. Görüşmek denmezdi ona aslında. Nejat abi be Esila'dan 1 yaş büyük oğlu Rüzgar 7/24 beraberlerdi. Aileden biri sayılırlardı fakat yaklaşık 2 aydır babası ve Nejat abi arasında bir tuhaflık vardı. Bir araya gelmiyorlardı, en son Esila'nın aşırı ısrarı sonucu bir araya gelip futbol izlemişlerdi. O gün de pek konuştukları söylenemezdi. Esila uyuya kalınca muhtemelen Nejat abi ve iki mahalle aşağıda ki evlerine gitmişlerdi.
Nejat abi de Maria'nın odasına girmezdi. Esila bundan adı gibi emindi. Maria'yla ilgili bir konu açıldığında dahi oradan uzaklaşırdı. Maria ve Nejat abi çok yakın arkadaşlardı fakat Nejat abi yakın arkadaşı öldükten sonra onu unutmuştu. Bu normal değildi, Nejat abi bu kadar alçak biri değildi. Esila'yla sadece bir kere konuşmuştu bu konu hakkında. O konuşmanın da pek uzun olduğu söylenemezdi. Esila çocuktu ve ağlayarak "annem ne zaman dönecek?" demişti. Kabullenemediği dönemlerdeydi. İnsan alıştığının gitmesini kabullenemiyor, bekliyordu dönmesini. Nejat abi gözlerinin dolduğunu belli etmemeye çalışarak, sadece "ıhlamurlar çiçek açınca" demişti.
Esila bilmiyordu ıhlamurların çiçek açmadığını. Kocaman bir umutla yazın kışı, kışın yazı bekledi ıhlamurların çiçek açcağı zamana denk gelebilmek için.
Bu bekleyiş iki yıl sonra okuduğu bir kitapta 'ıhlamurlar çiçek açmaz ve kadınlar bu mucizeyi gerçekleştirebilecek kadar zeki yaratıklardır.' cümlesini okuyunca sona erdi.
Geriye tek ihtimal kalıyordu, babası. Ama ona odaya hiç girmediğini söylemişti. Neden yalan söylemişti ki? Hemde böyle bir konuda. Odaya girdiğini söyleseydi Esila ona kızmaz, aksine mutlu olurdu. Belki de, belki de Nejat abi girmişti odaya? Kaçmıyordu Maria'dan, belki de sadece belli etmiyordu özlemini, güçlü görünmeye çalışıyordu. Bu konuyu akşam konuşucaktı. Hem babasıyla, hem Nejat abiyle.
Esila bütün bu düşüncelerin arasından kendini palyaçodan korkan bir çocuk misali kurtardı ve ellerinin titremesini engellemeye çalışarak yerdeki mektubu eğildi ve aldı. Sessizce okumaya başladı. Okumakta güçlük çekiyordu çünkü gözyaşlarının akmasına engel olmak istiyor, bu yüzden gözyaşları gözlerini terk etmiyor ve Esila'nın bulanık görmesine neden oluyordu. İçindeki sevgi bir an nefrete dönüşmüştü. Bu nefret annesine karşı değildi, ondan nefret edemezdi. O ölmüştü. Dayanamayıp gözyaşlarını özgürlüğüne teslim ederken içinden mektubun son cümlesini tekrarladı.
"Ruhundaki papatyaların solmaması, kelebeklerin intihar etmemesi dileğiyle."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mektup
ChickLit17 yaşında, güçsüz bir kızın her gün acıyı bırakarak gitmeleri öğrenme hikayesi.