Öncelikle merhaba hikayeme hoş geldiniz :)
Takip edenler bilir ki bu hikayeyi aslında önceden yayınlamıştım fakat bölümleri kısa kısa yayınladığım için sonrasında bazı bölümleri birleştirme kararı aldım ve düzenleyerek bölümleri tekrar paylaştım. Herhangi bir eksik veya sorunuz olursa her zaman iletebilirsiniz.
Keyifli okumalar :)
------------------------------------------
Fransız asıllı Denis Diderot; bulunduğumuz ülkeden kilometrelerce uzaktaki bir ülkede, yüzyıllar önce yazdığı tek cümle ile anlatmıştı tüm yaşamımı.
'İnsan, hayatının dörtte üçünü yapamayacağı şeyleri istemekle geçirir.'
Koskoca bir hayatın yarısından fazlasını isteyip de yapamadıklarımız, yaşayamadıklarımız ile geçiriyorduk. Yaşamın avuçları içinde eriyip giden umutlarımız vardı ve biz buna engel olamıyorduk. Evet, insanoğlu hep bir fazlasını ister bunu bilirim ama durum bambaşkaydı. Nefes almak kadar normal sayılabilecek şeyler vardı bu dünyada ve bundan mahrum olmak insana bir hayli koyuyor, aldığı nefesi de sınırlandırıyordu.
Mesela arkadaşlarınız ile gezmek en büyük hakkınız değil mi? Gezmeyi geçtim beraber bir şeyler yapmak bile yeterdi insana ama ben değil bunları yapmak bir arkadaş edinme hakkım bile bulunmuyordu. Çıkıp gezebileceğim bir yer yoktu, çevremde yaşıtım olan birisi yoktu, kardeşim yoktu, annem yoktu, babam yoktu...
Hayatımdaki çoğu konuda değil karar vermek, bazen yorum bile yapamıyordum. Hayat benim hayatım değil gibiydi. O kadar çok 'olmaz' kelimesini duymuş ve bir o kadar çok istediğim her şeye ret cevabını almıştım ki artık sormak bile gelmiyordu içimden. Bana söylenileni yapıyor, bir yere gitmeden her günümü bilgisayar oyunları, filmler ve müzikler ile geçiriyordum. Yani bu hayatı yaşamaktan ziyade, devam ettiriyordum. Hepsi bu.
Babam iş insanıydı ve bana fazla zaman ayıramazdı. Beni köye bırakmıştı ve arada gelip görmek dışında hayatından tamamen çıkarmış gibiydi. Arada gelip görmesinden kastım da yılda bir kez falandı sanırım o da işler için. Bu dünyadaki varlığımla ilgili herhangi bir mutluluğum veya umudum kalmamıştı artık benim ve bu durumun düşüncesi bile bazen beni mahvediyordu. Ama alışmıştım. Daha doğrusu alışmaktan başka bir seçenek sunulmamıştı bana. Yeni bir durum değildi bu, uzun süreçli yapılan herhangi bir şey iyi veya kötü olmaksızın alıştırıyordu kendisine ve alışmak dünyadaki en kötü uyuşturucudan bile daha büyük bir zarar ayrıca bağımlılık yapıyordu insan ruhunda.
Şimdi ise o öldü. Babam... babam öldü. Şaka gibi değil mi? Sahip olabileceğim veya olamayacağım şeyleri düşünmeyi bırakmışken zaten sahip olduklarımı da bir bir kaybediyordum. Zaten sürekli görüşemediğim, baba kız ilişkimizin yok denilebilecek kadar az olduğu bir kişinin hayatımdan çıkması neden bu kadar acı veriyordu bana? Neden kalbimdeki bu acı? Beynimdeki bu uyuşmanın nedeni ne?
En kötüsü ne biliyor musunuz? Ben onun cenazesine bile gidemiyorum.
Babamın? Öz babamın?
Bu zamana kadar bu kadar acı duyduğum sanırım başka hiçbir şey olmamıştı.
Sebep ise olayın kendisinden daha da trajikomikti. Cenaze sırasında orada bulunmamın tehlikeli olmasıymış. Yani sebep buymuş, sebep! Sanki babam üst düzey bir yetkili veya makam sahibi bir insanmış gibi bana sunulan gerekçe buydu. Yahu zaten babamın işleri öyle çok büyük işler değildi. Holdingi geçtim küçük bir ofisi dışında başka bir şeyi yoktu. Geçen sene Hamit abiden duyduğum kadarıyla işleri baya gerilemiş büyük iş yerini satıp tek katlı 1+1 ofis tutmuş. Böyle bir adamın cenazesinde nasıl bir sıkıntı çıkabilirdi Allah aşkına?!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TRABZON GÜLÜ
JugendliteraturDikkat: Bu kitap tam bir aile sıcaklığı hissettirir. Gereksiz entrikalara ve +18 sahnelere ev sahipliği yapmaz. Bu güzel yolculukta bana destek olursanız sevinirim. ~~~~~~~~~~ Hani daha ne olabilir ki dediğimiz bir an vardır ya, işte ben o anı yaşa...