BÖLÜM 11: Hayatta Kalan İkinci Prenses
Ölüm ile ölüm arasına sıkışanların tek bir çıkış yolu vardır. Yaşamak.
Bedeniniz kendinize ağır geldiğinde pes etmek, bileğinize takılan zincirleri gördüğünüzde başınızı eğmek, boynunuza dayanan kılıçlara sessiz kalmak kurtarmaz kimseyi. Bütün bunlara rağmen yaşamak için savaşırsak işte o zaman ölüm ile ölüm arasına sıkışan bedenimiz bir çıkış yolu bulacak. Bedenimiz yaşamayı öğrenecek, yaşama tutunacak ve onun için savaşmaya başlayacak. Ölüme inat yaşayacak. Ölüme meydan okuyup yaşamak için savaşacak. O vakit toza dönüşecek bileklerdeki zincirler. O vakit susacak ölümün fısıltıları. O vakit kaldıracaksınız başınızı göğe. Çünkü yeni bir çıkış yolunun ilk adımlarını atmak için önce göğe kavuşmalısınız. Göğe kavuştuğunuz zaman sizi tutan her bir el size yürürken bedeninize takılan basit birer dal parçası gibi gelecek. Güneş yüzünüze güldüğünde ve ısıttığında mühür vurulan dudaklarınız ağır ağır gülümseyecek. Rüzgar teninizde dans ettiğinde ölüm kokusunu savurup götürecek. Bulutlar üzerinize toplanıp yağmaya başladığında akıtılan gözyaşlarını bir bir alıp götürecek. Ve karanlıkla tanıştığınızda yaşamaya başlayacaksınız. Karanlığı kaybedersiniz ölmeye mahkum kalacaksınız.
Bakışlarım kapıda duran muhafızlar arasında gidip geliyordu. Kapının ardında olan kraldan bir izin gelmesini bekliyordum. Sabahtan bu yana aklımda olan ve aklımı kurcalayan bir konu vardı ve onu çekip atamıyordum zihnimden. Dünkü balodan sonra gece bir kere bir uyumamıştım. Gözüme tek bir uyku damlası bile akmamıştı. Bütün bir gece kral ile olan konuşmamız için kendime bir konuşma hazırlamıştım.
Muhafızlardan biri benim sıkıntıdan oflayıp puflamaya başladığımı görünce kapıyı açıp kafasını içeri uzattı. Arkadaşının içerde ne yaptığını izlerken bakışlarımı sarayın duvarlarına çevirdim. Duvarların üzerine asılan meşalelerin alevi ve onların gölgelerinde gidip geliyordu bakışlarım.
Dün akşam yaşadığım korku bedenimi bugün tam anlamıyla terk etmişti. Fakat o anları hatırlayınca içimde bir huzursuzluk beliriyordu. Bütün bunların neyden kaynaklandığını bir türlü anlayamıyordum. Anlamam mümkün olmuyordu. Kendimi daha önce hiç bu kadar titrerken görmemiştim. Çocukken yaşadığım korkulardan daha farklıydı bu. Ölüm korkusu muydu bu?
Derin bir nefes alıp o hançer sesini unutmaya çalıştım. Hançerin kavzasından çıkan ses kulağımda öyle bir yer edinmişti ki... Bütün bu yaşananları unutsam bile o sesi unutamayacaktım.
En sonunda muhafız kapıyı ardına kadar açıp geçmem için elini içeriye doğrulttu. "Kralımız sizi bekliyor prenses."
Başımı sallayıp hiçbir şey söylemeden kapıdan içeri girdim. Kapıdan girmemle Kral, masasının üzerindeki parşömenleri toplamayı bıraktı ve bana döndü. Solgun ve üzgün duran yüzümü görünce endişeyle kaşlarını çattı ve yanıma gelmeye başladı. Odadaki diğer krallık görevlileri ise kral ile beni izliyorlardı. İş konuşuyorlardı anlaşılan. Doğru bir zamanda gelmemiştim.
"Rosemarry..." dedi kral ilgiyle ve yüzümü avuçlarının arasına alıp alnıma bir öpücük kondurdu. "Solgun görünüyorsun. Hasta mısın yoksa?"
Kral alnımdan ayrılıp gözlerimin içine baktığında ne söyleyeceğimi bilemedim. Dün bütün gece bu konuşmayı hayal etmiştim fakat şimdi her şey aklımdan uçup gitmişti. Üstelik bu konuyu buradaki yüksek mertebelerde olan krallık görevlilerinin önünde konuşmak istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÇARESİZ KRAL (KARANLIĞIN YÜZÜĞÜ SERİSİ-1)
FantasyDünya'nın unutulan ve sonradan hatırlanan o eşsiz toprakları... Ardena... Nice krallıkların hüküm sürdüğü ama o uğursuz kara topraklarında kimsenin barınamadığı bir ölüm çukuru. Nice soyların başlayıp bittiği, nice ırklar ve yaratıkların doğup öldüğ...