Echos: 1216
1867, Londra
Bizler Tanrı'nın gitgide buruşturup tükettiği boya tüpleriyiz. Her birimizin renkleri ve tonları kaderimizin, günahlarımızın senaryolarıdır. Bir tabloyu, hayatı oluşturan renkler, insanlarız. Tanrı'nın sanatını, romantizmini, katliamını ve trajedisini tutuyoruz içimizde. Son damlasına kadar hem de. Güçlü, diri ve bir o kadar da acımasız tanrının bileklerinden damlayan canlı ve en masum kırmızıyız bizler. Tanrının bir parçasıyız. Sanatçının boyasıyız.
Kusursuz parlak ilahımızın hapishanesinde yalvararaktan huzura ermeye debeleyen ruhlarız.
Bir Eylül akşamında, sağanak yağmur bu yüce şehrin insanlarının gürültüsünü bastıramazken midemin bulantısını ve aklımdaki kirli düşünceleri bir kenara koyarak başımı cama yasladım. Atların tok toynaklarının ve sıçrayan çamurun sesi kulağımda yankılanıyordu. Yolumuza dökülmüş taşlar ve toprağın ufak engebeleri at arabasını sarsıyor, benim aciz bedenim de titreyip duruyordu. Islak kirpiklerimi yavaşça araladım ve karşımdaki siyah, deri koltukta oturan yaşlı adamı can sıkıntısıyla süzmeye başladım.
Kırlaşmış saçları yaşına göre oldukça sağlıklı ve uzun duruyordu. Cildi kırışmış ve bazı kahverengi lekelere yer açmıştı. Kaşları gereğinden çok daha uzundu ve dağınık duruyorlardı. Üstünde tek bir toz veya toprak tanesi olmayan lacivert takımı onun çelimsiz vücuduna biraz bol geliyor olmalıydı ki kollarının bazı yerlerinde oturtma iğneleri vardı. Birkaç gündür önümde duran bu yorgun avukattan ve yabani bir samimiyetsizlikle acıklı sesleri bana baş sağlığı dileyen soylulardan başka kimseyi görmemiştim. İnsanları özleyeceğimi hiç düşünmezdim.
At arabası acı verici derecede yavaş ve buna rağmen sarsıntıyla ilerlerken nefesimi dışa verdim ve bakışlarımı tekrar cama çevirdim. Akşamın ve siyah bulutların yarattığı karanlıkta bir çift genç gözüme çarpmış, yüzüme sıcak bir tebessüm yayılmasını sağlamıştı. Kahverengi, dalgalı saçlı toy oğlan kaba ellerini kızıl saçlı kızın yanaklarına yerleştirmiş tutkuyla öpüşüyorlar, yağmurun ve fısıldayan rüzgarın soğuğundan birbirlerinin kollarında sakınıyorlardı. Git gide yaklaşan at arabasının sesini duyduklarında parmaklarını birbirlerine kenetlemiş ve koşar adımlarla gri evlerin arasında kalan ıssız sokağa girmişlerdi.
Nasıl bir azabın ortasında olduklarını yalnızca kudretli Tanrı bilir.
İşittiğim kuru öksürük irislerimi sokaktan ayırmamama rağmen başımı önüme çevirmemi sağladı. Avukat Sang çatlamış, solgun dudaklarıyla gülümsedi ve bir bacağını diğerinin üstüne attı. Buruşuk, nasırlı elleriyle altın sarısı yuvarlak gözlüklerini düzeltti.
"Üç, bilemedin dört sokaktan sonra malikâne sınırlarına gireceğiz Bay Kim. Orada sizi, tanıdığınızı var saydığım evin kâhyası Park Jimin karşılayacak." Başımı onaylar anlamda salladım. Boğuk sesini son günlerde o kadar fazla dinlemiştim ki artık tiksinmeme sebep oluyordu.
Bay Sang, mirasım hakkında temel bazı şeyleri çatlak sesiyle anlatmaya devam ederken bense geleceği düşlüyordum. O eve yeniden gitmek için hazır hissetmiyordum ve her şey öyle ani ilerliyordu ki kafam allak bullak olmuştu.
At arabası durduğunda siyah satchel çantamı alıp arabanın ahşap kapısını açtım. Bir adımımla araçtan indiğimde ciğerlerime dolan temiz hava ve parlak ayakkabılarımın bastığı ıslak toprağın verdiği hissiyat ile derin bir nefes aldım. Yüzümü arabaya doğru döndürdüm. Yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuş iki gri at bacaklarını sonunda durduklarından esnetirken arabacı asık suratıyla yağmura yakalanmamak için sırtını verebildiği kadar geriye vermişti. Soluk yüzü, mor göz torbalarını daha öne çıkartıyor, kirli sakalını kabartıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
pretty ghost of the lake ✝ taekook
FanfictionBeş parasız ressam Kim Taehyung annesinin vefatı üzerine kendisine miras kalan köşke geri döner. Lakin yalnız değildir.