4 ay içerisinde hayatım mide bulandırıcı bir hal almıştı. Annemin ölümü ile başlayan kötü günlerim babamın iflası ve abimin bizi bir kız için terk etmesiyle devam etmişti. Bunla da kalmayıp eğitimimi devam ettirmek için İstanbul'a, dünyaca ünlü avukat dayım Ali Kılıç'ın yanına gönderiliyordum. Dayımı çok seviyordum, onu hiç kimseye değişmezdim ama orada kendimi fazlalıkmış gibi hissedeceğimden adım gibi emindim. Ne yengem, ne kuzenlerim, ne de dayım bana fazlalıkmışım gibi davranmayacaktı ama öyleydim işte..
Babam beni garajlara getirmişti. Ordan otobüse binip İstanbul'a gidecektim. Babamla vedalaşıp otobüse bindim ve ince, uzun koridorda ilerlemeye başladım. 17. koltuktu ve milletin koltuktan taşan popoları yüzünden rakamları göremiyordum. Çaresizce ilerlerken poposu koltuktan taşmayan, ucundaki maviliklerle birlikte kömür kadar kara saçlara ve deniz mavisi gözlere sahip olan bir kız sıcacık gülümsemesiyle bana bakıp "17 numaralı koltuk mu?" Diye sordu. Evet anlamında başımı sallayarak gülümsedim.
"Burası." Diyerek yanındaki koltuğu işaret etti. Teşekkür ettim ve yerime yani cam kenarına yerleşmeye başladım. Koltuğa kurulduğumda en büyük kurtarıcım, hayatım boyunca beni yanlız bırakmayacağına inandığım şeyleri çıkarttım; telefon ve kulaklık...
Müziklere girip, Pera-Sensiz Ben açtım ve kulaklığını taktım.. Bu hayatta güvendiğim tek şey kulaklığım olmuştu. Müzik eşliğinde yaşadıklarımı düşünmeye başladım. Annem kanserdi. Yanlış teşhis yapan bir doktor yüzünden annemi kaybetmiştik. Haberi aldığım an dünya durmuştu benim için. Yaşamı unutmuştum ve etrafta ölüm sessizliği vardı. O an "Beni bırakmazsın anne!" Diye bağırdığımı, Eylül'ün beni sakinleştimek için kollarından tuttuğunu ve sarstığını hatırlıyorum. Zaten tek varlığım o zamanlar annem ve Eylül'dü... Annemin ölümünden sonra abim bir gece barda bir kızla tanışmış. Daha sonra birlikte yurtdışına kaçmışlar. Biz bunları abimin yakın arkadaşı olan Mert Abi'den öğrenmiştik. Birde babamın iflası vardı. Onun nasıl gerçekleştiğini bilmiyordum. Tek bildiğim bütün mal varlığını kaybetmesi ve yurtdışına gitmiş olmasıydı. Ailem paramparça olmuştu ve o aile için tek gözyaşı döken bendim. Ne babam ne abim beni hatırlarmayacaktı iki hafta sonra. Geriye; ben, gözyaşlarım ve aslında kimsenin umursamadığı enkaza dönüşmüş ailemiz kalmıştı. Kendimi daha fazla tutamadım ve boğazımdan bir hıçkırık kaçmasına izin verdim. Yanımda oturan kızın endişeli gözlerle bana baktığını hissettim ve kulaklığımı çıkartıp ona döndüm. Tahmin ettiğim gibi endişeli gözlerle bana bakıyordu.
"İyi misin?"
"Evet teşekkür ederim." Diyerek bana uzattığı peçete kutusunun içinden bir tane aldım.
Elini bana uzattı. "Ben Cansu." Diyerek gülümsedi. Bende elimi uzatıp "Bende Nilay." Dedim ve gülümsemeye çalıştım.
"Neden ağlıyorsun? Özel değilse anlatabilirsin." adedi sıcacık gülümsemesiyle.
"Bu aralar enkazdan farkım yok."
"Hmm.." Tam ağzını açıp birşey söyleyecekken 10 dakika sonra mola verileceğini anons ettiler.
"Molada oturup birşeyler yemek istermisin?"
"Neden olmasın?" Diyerek gülümsedim.
Otobüs durdu ve bizde birşeyler atıştırmak için bir masaya oturup sipariş verdik. Ben tost ve yeşil çay istemiştim. Cansu ise hamburger ve kola. Fiziği gayet güzeldi. Hamburger ve kola ikilisine şaşırsamda aldırış etmedim. Iyi birisine benziyordu ayrıca. Biraz sohbet ettik nereye gideceğini söyledi bende söyledim ve şansa aynı yer çıktı. Daha sonra anonsla birlikte otobüse doğru yol aldık.
Bu sefer Cansu cam kenarında oturmak istedi. Bende onayladım ve koridor tarafına yerleşmeye başladım. Telefomu montumun cebinden çıkartmıştım ki birisi koluma çarptı ve telefonumun Yere düşmesini sağladı.
"Mal mısın be!" diyerek kafamı kaldırdım. Aman tanrım!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİYAH VE GRİ
ChickLit...İşte; elinde hiç bir şeyi kalmayan ve hiç bir şeyi kaybetmekten korkmayan bir kızın hikayesi yeni başlıyordu. Bu hikayeyi, ünlü birileri yazmıyordu. Gayet açık, amatör bir hikayeydi bu. Kitaptakiler gibi olmayan; iyi kız, iyi erkek masalıydı. Umu...