Dean bilinmez bir diyardaki çölün ortasında ağır ağır yürüyordu. Dört bir yanını kuşatan toz fırtınası görüşünü engelliyor, bata çıka ilerlediği kum yürüyüşünü zorlaştırıyordu.
Önünü göremiyordu, zira tozlar hem yüzüne doğru esiyor hem de Güneş'i örterek Dean'ı karanlıkta bırakıyordu. Yüzüne doğru ok gibi saplanan tozlardan gözlerini korumak için kolunu siper etti ama fırtına her yerdeydi; sağında, solunda, önünde, kalbinin derinliklerinde.
Onu kuşatan tüm engellere rağmen bir adım daha attı. Ardından bir tane daha. Bir tane daha. Her adımında bir sonraki adımını atması zorlaşıyor, daha büyük bir engelle karşılaşıyordu. Seviye atladıkça zorlaşan bir oyunun içindeydi sanki fakat engeller zorlaştıkça karakteri gelişmiyor, toz içinde kalmış kıyafetleri ona büyülü bir zırh sağlamıyordu. Bir süre sonra fırtınaya yenik düşecek ve savrularak başladığı yere, hatta daha gerisine dönecekti. Hiçliğin ortasında kaybolmuş bahtı silik bir piyadeydi.
Hemen önündeki alanda bir beyazlık vardı. Sanki tozlar buraya uğrayamıyor, çarptığı anda da silinip gidiyorlardı. Sağ kolunu siper etmeye devam ederken sol elini ışığa doğru uzattı. Evet, burada toz, fırtına veya onu saran karanlık her neyse o yoktu. Güneş'in kavurucu sıcaklığı bile hissediliyordu. Fırtınanın estiği yönde fırtına olmaması ve havanın birden normalleşmesi garipti fakat bunu düşünecek zamanı yoktu, bir an önce buradan kurtulmalıydı. Güçlükle bir adım attı ve önce sol kolu, sonra başı, daha sonra sol ayağı hariç tüm vücudu fırtınadan kurtuldu. Sol ayağını fırtınanın içinden çekmeye çalışırken, bilinmeyen (ve bilinmemesi gereken) bir güç de onu tekrar fırtınaya çekiyordu. Sanki bir mıknatısla sırtından çekiliyor, gitmesi engelleniyordu. Geride kalan ayağı sürünmeye başlarken sağ ayağını iyice yere bastırdı, ardından sol ayağını hızla çekti. Fırtınadan kurtulmuştu fakat aniden öne doğru fırlaması, hemen önündeki yokuşa düşmesine neden oldu. Şimdi sonsuzluğa doğru uzanan yokuşta baş aşağı sürünüp gidiyordu. Sıcak kum yanağını yakıyor, başını kaldırmaya çalışması boğazını acıtıyordu. Ağzına gözüne giren kumlar yüzünden nereye düştüğünü de bilmiyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı ve boynu kopacakmışçasına ağrırken kaderine teslim oldu. Kumlara sürtünmenin getirdiği ses o güzel kumsalları hatırlatırken, gaddar Güneş kırbacını vurdu ve bütün ısısını kumlara odaklayıp oradan Dean'a yansıttı. Diz kapakları, göbeği, ayakları, kolları, yanağı, bedeninin yanmaması gereken her yeri ve her zerresi yanıyordu.
Eğimin arttığı yerde şans eseri midir yoksa kendi çabası mıdır bilinmez, saat yönünün tersini kullanarak döndü. Şimdi zavallı başı değil, çıplak ayakları aşağıya bakıyordu. Ağzına giren kumları tükürmeye çalıştı fakat bir kısmı gözüne girdi. Gözleri açılmaya hazır hâle gelene kadar sol eliyle (kum taneciklerinin az olduğu kısmıyla) gözlerini ovuşturdu. Kirpiklerinden dökülen kumlar birer gözyaşı gibi yanağına süzülürken gözlerini açtı. Devasa bir kara deliğin içine doğru düşüyordu.
Aniden bir korku kuşattı çevresini. Kalp atışları hızlandı, yutkunamadı, nefes düzeni bozuldu ve acıyla inledi. Karanlığa doğru çaresizce düşerken, yine o karanlık, kalbinde bir dehşet dalgası doğurmuştu. Birazdan başına gelecekleri düşünürken kalp atışları iyice hızlandı. Ölecek ya da daha da kötüsü o karanlıkta yaşamak zorunda kalacaktı.
Ayaklarını kuma iyice sapladı. Sürtünmeyi azaltmıştı fakat eğim o kadar fazlaydı ki düşme hızında gözle görülür bir yavaşlama olmadı. Üstelik o toz fırtınasında onu geriye doğru çeken manyetik güç burada da vardı. Ne yaparsa yapsın ne kadar direnirse dirensin düşecekti. Bir şeyler onu oraya çekiyordu. Onu bekleyen acı sonu çaresizce bekledi, bu ölümden önceki çaresizlik hissini daha önce de yaşamıştı. Silinip gitmiş çok eski bir hayattan ibaretti fakat anısı dün gibi tazeydi.
Altı yaşındaydı o zamanlar, ailesiyle akraba ziyaretine gitmişlerdi. Ev sahibi dışında birkaç aile daha vardı ve oldukça kalabalıktı. Bir düzineden fazla insan büyük bir salonda toplanmış, çay içip pasta börek yiyorlardı. Dean kendisinden iki yaş küçük kuzenini ayartmış, boş bir odaya oynamaya çağırmıştı. Yerde gördüğü bilyeyi sırayla ağızlarına almışlar, Dean'ın ikinci alışında bilye boğazına kaçmıştı. Nefes alamadığını fark ettiği anda hemen oturma odasına koşmuş, kapı ağzında dikilip derdini anlatmaya çalışmış fakat nefessiz kalınca konuşulmadığını acı bir şekilde öğrenmişti. O tatlı yanakları mosmor olmuş, kapının önüne kusmuştu. Vasıfsız babası köşede çay içmeye devam ederken, küçücük yavruyu koruma içgüdüsüyle hareket eden bütün kadınları ayağa kaldırmıştı. Dean'ı mutfağa götürmüşler, boğazındaki bilyeden kurtulması için su içirmişlerdi. Dean hatırlıyordu, maalesef hatırlıyordu. Oradan bile sağ çıkmıştı ama izi kalmıştı. Çevresine toplanmış ve ne yapacağını bilmeyen bir avuç kadın ölmesini beklerken, o da onlardan yardım beklemişti. En son Dean'ın annesi onu ters çevirmiş, sırtına vurarak bilyeyi çıkarmıştı. Dean o an bilyenin boğazından fırlayışını, yerde yuvarlanışını ve derin bir nefes alırken yaşadığı şükranı hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey, birkaç saniye içinde ölecek olmanın verdiği berbat histi. Çaresizce etrafına bakınmış, saniyeler ışık hızında akıp gitmiş, kalan son beş on saniyesini acıyla saymıştı.
İşte yıllar sonra, o hissi tekrar yaşıyordu.
Bir iki üç... Ölüme son on dokuz sekiz... Güneş'in bile uğramaya korktuğu bu devasa boşluğa son birkaç on metre kalmıştı. Mesafe azaldıkça kalp atışları hızlanıyor, zaman onun için hızlanırken sağa sola sıçrayan kum taneleri ağır çekimde hareket ediyordu. O kum taneleri...
Dört beş altı... akıyor altından anıları... Ceren'i düşündü, sevdiğini, eşini, her şeyini. İnsan ölürken yaşamı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer derler. Onun yaşamı da hayatı da Ceren'di, kendinden çok onu düşünüyordu. Ona biraz daha...
Yedi sekiz dokuz... yutacak seni karanlık... Altındaki kumlar son kez aktı. Düşüşü hızlandı ve kendini o ana hazırlarken hissettiği dehşet heyecanlı bir deneyime dönüştü. Adrenalinle dolup taşıyor, uçuyormuş gibi hissediyordu, birazdan gerçekten uçacak...
Ve on ya da sıfır, onun için bir acı son... Karanlığın içine çekildi. Düşüyor ama ruhu uçuyor, ruh hislerini zirvede yaşarken bedeni dibe çakılıyordu. Zıtlıkların kaynaştığı sihirli bir boşlukta süzülen kayıp bir ruhtu sanki ve yaşamı en çok ölüme yakınken tadıyordu. O yaşamdan tattığı tatlardan kalkıp da hiçbir zaman...
Ve güm... Ayaklar üstüne sert bir iniş, iki saniyelik sessizlik ve kalın mızrağı böğrüne yiyen kahraman gibi dizleri üstüne ağır bir çöküş.
Dean rüyada olduğunu o an fark etti. Düşmenin etkisiyle sıçrayarak uyanacak, kan ter içinde olduğunu fark edecek ve tüm bunların bir rüya olduğu için şükredecekti.
Ama kalkamadı. Karabasan gibi üstüne çöken bir güç onu uykuda tutuyor, uyanmasına izin vermiyordu. Yataktan fırlamak, çığlık atmak, savaşmak istedi fakat her çabasında biraz daha nefesi kesildi. Bu rüyayı yaşamak zorundaydı, yaşatacaklardı.
Sürünerek doğruldu ve etrafına bakındı fakat o kadar karanlıktı ki elini koyduğu zemini bile göremiyordu. O an başı döndü, hiçbir şey görmemesine rağmen etrafındaki nesnelerin (ki nesne varsa) döndüğünü hissediyordu. Kusmak, sonra da yere yığılıp kendi kusmuğu içinde boğularak ölmek istedi fakat uzaklardan gelen bir ışık onu bu düşünceden vazgeçirdi. Bir kadın ya da bir hayalet, (ya da) bir kadının hayaleti ona doğru yaklaşıyordu. Silüet yaklaştıkça ışık çevreyi doldurdu ve bir sıra hâlinde asılmış tabloları aydınlattı. Gresson Malikanesinde gördüğü tablolardı bunlar, şu aile üyelerinin resimleri. Bir tanesi eksikti ama. Bayan Silver Gresson'un tablosu. O an gelen silüetin kim olduğunu anladı, başını tekrar ona doğru çevirdi. Bayan Gresson tepesinde dikilmiş, kan kırmızısı dudaklarıyla ona gülümsüyordu. Birden dişlerini gösterdi ve o güzel yüzü dün gece gördüğü yaratık yüzüne dönüştü. Bir yılan gibi tısladı, Dean'ın karnına oturdu, onu boğazlayarak etkisiz hâle getirdi ve boynunu emmeye başladı. Dişlerini geçirmişti ve kurbanından beslenen kana susamış bir vampir gibi Dean'ı sömürüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karanlık
FantasyYazar Dean Salvatore, siyah arazi aracını pompacıya (ve sağ koltuktaki eşine) emanet edip indi. Üç saattir araba kullanıyordu ve biraz ayaklarının açılması fena olmazdı. Serin rüzgâr hafifçe tenini okşarken, ağaçlardan gelen huzur dolu kokuyu içine...