1. Yaralar
Olağanüstü bir sessizlik vardı. Sanki saatler önce kopan kıyamet hiç olmamış, kılıç çarpışmaları duyulmamış, acı içinde çığlıklar hiç atılmamış, burda bu savaşda daha nice dehşetler yaşanmamışdı. İki tane zenginlik ve hırs düşgünü soylu zadegan için bu olanlar sıradan bir oyundu. Onları ilgilendiren sadece ganimet ve bir de oturdukları tahtın sarsılmazlığıydı...
Bacağındakı acıyla gözlerini açtığında yüzündeki serin ıslaklığın da verdiği bir rahatlık vardı halinde. Elini bacağına götürdüğündeyse bacağının da ıslak olduğunu ama yüzündekinden farklı olarak bu sıvının sıcak olduğunu hissedince anlamışdı. Yaralıydı. En son savaşdan kaçan komutanı gibi kaçıb evine karısına ve iki çocuğuna bakmak onları kimseye muhtaç etmemek mi, yoksa savaşda kalıp onurlu bi şekilde şehit olmak mı diye düşünürken vurulduğunu hatırladı. Oku görememişdi bile. Ve yediği okun şokundayken hatırladığı en son şey yüzüne aldığı sert bir yumruk darbesiyle yere yığıldığıydı.
Şanslıydı küçük bir nehrin hemen kıyısına düşmüştü. Yarası suda kaldığı için mikrop kapmamışdı. Acının şiddetini anlamak için gözlerini tekrardan kapattı. Acının verdiyi sızı büyüktü ama ölümü çağıracak kadar da şiddetli değildi.
Gözlerini açdı ve ayağa kalkmayı denedi. Sağlam olan ayağıyla ilk dizinin üstüne oturdu. Yaralı bacağınıysa kıpırdatmadan öne doğru uzatdı. Bir süre öyle bekledi. Burnuna gelen barut kokusuyla biraz soluklandı. Bu kokuya hayatı boyunca nefret edecekti belki de. Ayağa kalkmayı denedi. Ancak bacağına saplanan okun tahta kısmı sürekli koluna takılıyor ve bacağında artan acıyla bağırarak aynı pozisyonda oturmaya devam ediyordu. Bir kaç zorlu denemenin ardından ayağa kalkmayı başardı. Tam bi başarma hissi doğmuşdu ki içinde ilk adımda yaralı bacağının verdiği acıyla yüzüstü yere yığıldı. Elleriyle yüzünü yere çarpmaktan zar-zor kurtarmışdı. Yüzünü kurtarsa da bacağı için aynısı geçerli deyildi. Yaralı ayağı bu kez de burkulmuşdu. İyi haberse bacağına saplanan okun tahta kısmı kırılmış ve artık eskisi kadar rahatsızlık vermeyecekti. Bir kez daha zorlanarak ayağa kalktı. Bu kez adımlamayı zor da olsa başardı. Ama her adımda gözlerini tekrar düşme korkusuyla kısıyordu.
Kafasını kaldırdı ve etrafına baktı. Hava giderek kararıyordu. Gökyüzü yağmurun geleceğini basbar bağırır gibi bulutluydu. Sağına baktığında 4 tane bir birinden biraz uzak dumanlar gördü. Bunlar bariz savaşda yakılan saman balyalarından çıkıyordu. Düşmandan kaçarken yakılmışlardı. Aşşağıya taraf bakmak dahi istemiyordu. Yüzlerce cesetin ayakları altında kanlar içinde yattığını biliyordu. Yaralı atların sürekli gelen kişneme sesleriyse artık rahatsız edici bir hal almaya başlamıştı bile. Soluna baktı. Bir kaç tane artık kullamılamaz top ve cesetden başka bi şey göremedi.
Hafızası yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Ormandan ilerleyip düşman hattının arkasına dolanmalı ve esas orduya yardım etmeliydiler. Ancak bulundukları ormanda kendilerinden yüksek sayıda bir düşman ordusu tarafından pusuya düşürülmüşlerdi.
Önündeki gri ata doğru ilerledi. Atı tanımıyordu ama at da ona bi ters tavırda bulunmadı. At da yaralıydı. At da ona muhtaçdı. Burda sağlam at bulmak için yürüyemeyecek kadar çok acıyordu bacağı. Atın burnunu biraz okşadıktan sonra ata bindi ve esas savaşın yaşandığı açıklığa doğru atı yavaş yavaş sürmeye başladı. Tam o sırada yanağına düşen soğuk bir damlayla gözünü yeniden gökyüzüne çevirdi. Evet yağmur başlamışdı ve yakın bir zamanda duracak gibi de gözükmüyordu. Yağmurda kalıp hastalanmanınsa zaten yaralı olan biri için ne kadar istenmeyecek bir şey olduğu barizdi. Kahverengi gözleri hemen etrafda sığınacak bir yer arıyordu çaresizce ama küçük bir umutla. Ve o an gözlerine uzaktaki eski bir kulube gözüktü. Atını hızla oraya sürmek istese de at acı içinde inildeyince durdu. Atının da kendisi gibi yaralı olduğunu unutmuştu. Küçük ama hızlı adımlarla atını seve-seve, tumarlaya-tumarlaya yol boyu motive etmeye ve zorlamamaya çalışdı. At sanki tüm bunları anlamıştı. Üstünde taşıdığı uzun boylu ve iri cüsseli kırklı yaşlarındakı bu adam taşıdığı en hafif yük gibiydi artık onun için.
Böyle-böyle bir süre sonra uzaktan gözüken o eski kulubeye vardılar. Yakından daha da eski, tahtaları çürümeye çoktan yüz tutmuş bu kulube en ihtişamlı saraydan bile güzel gözüküyordu onun için. Kapıyı açtı. İçeride eski püskü bir yatacak zemin ve birde çalışma masasından başka bir şey yoktu. Hiç düşünmeden hafif yün parçanın üzerine yattı hemen. Tek düşündüğü uyumaktı. Yarasının verdiyi acıyı bir süreliğine de olsa unutmanın tek yolu buydu. Gözlerini kapattı ama ani bir refleksle tekrar açtı. Atı bu yağmurda, bu soğukta dışarda bırakmak istemedi. Zar-zor ayağa kalkıp çürümekte olan kapıyı açtı ve atın kementini tutarak içeriye getirdi. At yavaş adımlarla içeride bir kaç tur döndükten sonra kuru ve tozlu zeminde oturdu. Adamsa çoktan uykuya dalmıştı bile.
Ani bir kişneme sesiyle yerinden sıçramasıyla acı içinde kıvranması bir oldu. Ağır ağır kalkarak ata yakınlaştı ve ön bacağındaki yarasına baktı. Çok da derin olmayan bir kılıç kesiğiydi. Kanı açık gri tüylerini koyu kırmızıya boyamış ve yıpratmıştı. Atın acı çektiği her halinden belliydi. Adamsa ağır zırhlarla dolaşmaktan yorulmuştu. Hemen üzerindeki baba yadigarı zincir zırhı ve demir bileklikleri çıkardı ve tek odalı kulubenin bi köşesine bıraktı dikkatlice. Üstündeki elbisenin etek kısmından bir parça kesti. Kesmiş olduğu kumaş parçasıyla atın bacağına sargı yaptı. Bu en azından atın kan kaybetmesine engel olacaktı. Atsa minnettarlık göstergesi olarak inlemesini kesti bir süreliğine. Adam sırtını duvara yaslayıp ayaklarını uzatarak oturdu sade yün yer yatağının üstünde. Kendi bacağına ve yarasına baktı. Okun içerde kalan parçası boşluk bırakmadığından kanı dışarıya akmıyordu. Ama yinede korkuyordu. Okun içerde kalan metal ucu zamanla paslana bilir ve bu da yaranın mikrop kaparak ölüme bile sebep ola bileceğinden oku en kısa sürede çıkarmalıydı. Ancak şu an yapamazdı. Oku çıkarırsa kanamayı durduramya bilirdi. Bu yüzden denemedi bile.
Dışarıya çıktı. Yağmur durmuştu. Havada hala zifiri karanlık hüküm sürüyordu. Karanlığaysa uzaktaki ufak bir ışık hüzmesi meydan okuyordu. Adam bunun bir köydeki meşalelerin işi olduğunu biliyordu. Şafağa dek bekleyemeyecek kadar sabırsızdı. Zırhlarını her ne kadar istemesede taşımanın tek yolu bu olduğu için tekrar giyindi ve atı dışarı çıkardı. Ardından ağır bir şekilde ata bindi. Atın saçlarını biraz okşadıktan sonra sağlam ayağının tabanıyla hafif bir dokunuşla atı uzaktaki ışık kaynağına doğru sürdü. Atsa yeni sahibinin nazik dokunuşuyla yarasını unuturcasına ilerlemeye başladı.