Taehyung, güçlü nefes alışverişiyle derin uyku içerisindeydi. Sanki gülümseyecekmiş ya da bir söz söyleyecekmiş gibi ağzı hafiften açıktı. Yorganın altından hafiften dolgun baldırları beliriyordu. Gün ağarmasıyla pencereden ilk güneş ışınları girdi. Fakat kış gününün soluk ilk ışınıydı. Karanlık ve aydınlığın erselik görüntüsü belirsiz bir biçimde uyuyan nesneler uzerinden dalgalanıyor ve onları kaplıyordu.
Jungkook sessizce kalkmıştı, neden uyandığını kendisi de bilmiyordu. Son zamanlarda çalışırken, aniden şapkasına uzandığı, evden hızlıca çıkıp tarlanın içine, ayağına kara sular inene kadar hızlanarak ilerlediği ve dizlerinde titreme ve şakağında hızlı atan nabzıyla birden çok uzak, bilmediği bir yerde durduğu başına çok geliyordu. Ya da hararetli bir sohbet esnasında beklenmedik bir şekilde donakalması, kelimeleri anlamaması, sorulara tepki vermemesi ve zorla kendine gelmeye çalışması; üstünü değiştirmeyi unutması ve çıkarttığı ayakkabıyı sıkı bir biçimde elinde tutup, yatağın kenarında oturması, Taehyung'un seslenmesiyle irkilene kadar veya birden ayakkabının elinden düşmesiyle kendine gelene kadar.
Biraz boğuk yatak odasından balkona çıkmasıyla birlikte titredi. İstençsiz bir biçimde ısınmak için dirseğini vücuduna yapıştırdı. Önünde uzanan manzara sisli ve buğuluydu. Genelde yüksekteki mülkünden parlatılmış bir ayna gibi gördüğü Tokyo sokakları ve sokaklarda bulunan insanların telaşlı halleri, balkondan baktığında yoğun bir tiksinti içindeymiş gibi bir havaya kapılıyordu. Baktığı ve dokunduğu her yer ıslak, kaygan ve gri rengine bürünmüştü. Ağaçlardan su damlacıkları düşüyordu ve kirişlerde küf birikmişti. Yükselen güneşle birlikte dünya, yeni selden kurtulmuş, ıslak saçlarını kurutmaya çalışan bir insan gibi beliriyordu.
Sisli gecede derinden ve boğuk bazen de çekiç darbesi gibi gürültülü insan sesleri yükseliyordu. Genelde çok net duyulan kilise çanı bu sefer paslanmış ve kısık geliyordu. Islak bir karanlık kendisiyle dünya arasında duruyordu. Titriyordu. Yine de güneşin doğuşuyla aydınlanacak bu manzarayı izlemek için, ellerini cebine sokuşturmuş, bekliyordu. Gri bir kağıdı yukarıya doğru yuvarlar gibi sis yavaş yavaş kalkıyordu ve sevdiği manzarayı görme isteği gittikçe içinde büyüyordu. Aslında ruhunu aydınlatan bu manzara, sadece sis arasında saklanmıştı. Bunalım içerisinde olduğu pek çok gün pencere önüne geçip, ona huzur veren bu manzarayı izleyerek sakinleşiyordu; karşıdaki evlerin dostça yan yana dizilişi, kuru ağaçlara konan kuşların sesi, kırmızı bacalardan öğlen vakti gri dumanın yükselişi; bunların hepsi ona kesin bir şey söylüyordu: Özgürlük! Özgürlük!
Dünyada oluşan felaketleri bilmesine rağmen memleketin sunmuş olduğu bu güzellikler sayesinde saatlerce onları unutuveriyordu. Aylar önce savaş içerisinde olan ülkenin, içinde bulunduğu durumdan ve insanlarından mülteci gibi Japonya'ya kaçmıştı. Burada korkunç olaylardan ezilmiş ve buruşmuş benliği nasıl iyileştiğini, doğanın onu yumuşakça içine çektiğini ve belirgin çizgilerin ve renklerin sanatını uyandırdığını hissediyordu. Bu sebepten bu manzara şafak vakti sisin ardından saklanıp görünmez olduğunda kendisini de yabancılaştırılmış ve itilmiş hissediyordu. Evi gibi gördüğü, aşağıda sisin ardında karanlığın derinliğinde kapalı kalan yerdeki insanlara karşı merhamet duygusu yükseliyordu. Onlara ve onların yatkınlıklarına sonsuz özlem duyumsuyordu.
Dumanın ardında bir yerde kilisenin çanı dört kez çaldı ve sonra tizleşen bir sesle sekiz kez daha, sanki mart ayı sabah saatlerinde bunu kendini duyurmak istiyordu. Bir kulenin zirvesinde oturuyormuş gibi, dünya önünde ve karanlık uyku içerisindeki sevgilisi arkasında, kendini sonsuz bir yalnızlık içerisinde hissediyordu. Sisle örülmüş bu ince duvarı yıkma ve uyanma, hayatın varlığını hissetme isteği içinde güçleniyordu. Gözleri süzülürken, aşağıda, köyün bittiği ve kısa dönemeçli yolun tepeye doğru kıvrıldığı yerde, yoğun bir gri tonuna bürünmüş bir yer gözüne ilişmişti. Sanki orada bir şey, insan veya hayvan, çok yavaş hareket ediyordu. Hafifçe sisle kaplanmış küçük bir şey ilerliyordu. İlk önce kendisinden başka birinin uyanık olmasına sevinmişti. Daha sonra şiddetli ve hastalıklı bir meraka kapılmıştı. O gri görünümlü varlığın gittiği yönde yol çatalllanıyor; bir yön komşu köye, diğeri buraya çıkıyordu. Bir anlık, ne olduğunu bilmediği bu şey soluklanarak tereddüt eder gibiydi. Sonra yavaş yavaş patikayı çıkmaya başladı.
Jungkook'u huzursuzluk kapladı. "bu yabancı kim?" diye kendine sordu. Karanlık sıcak odasından sabahın ilk ışınlarıyla onu dışarıya hangi güç çıkarmıştı? Bana mı geliyordu, benden ne istiyordu? Yaklaşmasıyla birlikte azalan sesin ardından onu tanımıştı: Postacıydı. Her sabah sekiz çanıyla sürüklenen postacı, buraya gelirdi. Jungkook tanıyordu; adamın, uçları beyaz olan kızıl denizci sakalı, kabuk bağlamış yüzü ve mavi gözlüğü zihninde canlanmıştı. İsmi "Yuta'dı." Büyük siyah deri çantasındaki mektupları çıkartıp vermeden önce çantasını hep sağ tarafına atardı. Jungkook, postacının ağır adımlarını, çantasını sol tarafına attıktan sonra kısa bacakları ile bir asil gibi yürümeye çalışmasını görünce kendini alıkoyamadı ve gülümsedi.
Fakat birden dizlerinin titrediğini hissetti. Ellerini göz hizasına kaldırdığında onlar yavaşça bitkin bir biçimde düştü. Bugünün, dünün, bütün o haftaların huzursuzluğu içinde tekrar doğdu. Adım adım o adamın onun üzerine ve sadece ona geldiğini düşünüyordu. Kendisini kayıp etmiş bir biçimde balkonun kapısını açtı, usulca uyuyan sevgilisinin yanında geçti ve hızlıca merdivenlerden aşağıya indi, çitli yoldan geçip, gelene doğru yürüdü. Bahçe kapısında karşılaştılar. "Benim için bir şey var mı?"Postacı karşısındakini görebilmek için ıslak gözlüğünü yukarıya kaldırdı. "Dolu dolu". Bir çırpıyla siyah çantasını sağ tarafına attı, parmaklarıyla aramaya başladı. Mektuplar arasında gezinen parmakları büyük solucanlar gibiydi, soğuk sisli günden etkilenmiş buruşmuş ve kırmızıydılar. Jungkook titriyordu. Nihayet bir tanesini çıkardı. Üzerinde görünür bir biçimde resmi ve kendi adı yazan büyük kahverengi bir zarftı. "İmzalanmalı" dedi ve dolma kalemle imzalanacak defteri tuttu. Heycandan hızlıca okunmayacak şekilde adını yazdı Jungkook. Sonra onun kalın kırmızı parmaklarıyla uzatmış olduğu zarfı aldı. Fakat Jungkook'un parmakları o kadar donmuştu ki zarf parmakları arasında kayıp yete, ıslak toprağın ve yaprakların üzerine düştü. Zarfı kaldırmak için eğilmesiyle çürümüşlüğün acı kokusunu içine çekti.
Haftalardır derinden huzurunu yıkan, anlamsız ve belirsiz bir uzaklıktan ona doğru gelen, onun özgürlüğüne müdahale eden işte bu mektuptu. Sıcak yaşamına müdahale edecek, zarfın içindeki daktiloyla yazılmış soğuk kelimeleri istemsiz bir biçimde beklemişti. Sanki bir atlı devriyenin yeşil ormanda çalılıkların arasında, görünmez soğuk çelikten boruyu onu doğrultulmuş ve boru içerisindeki küçük kurşun parçacığın karanlığı yırtıp onun derisinin altına geçme istediği gibi, bu mektubun gelişini hissetmişti. Yani buna karşı koyması, geceler boyunca kafa yorması boşunaydı. Sonunda ona ulaşmışlardı.
Diğer taraftaki askeri doktorun karşısında çıplak, soğuk ve tiksinmeden ötürü titreyerek durması üzerinden neredeyse sekiz ay geçmişti. Doktor, bir at tüccarı gibi kol kaslarına dokunuyordu. Avrupa, insan haklarını hiçe sayıldığı bu dönemde, insanları köleleştirmesiyle bir çöküntü içerisindeydi. Kokuşmuş sözde vatanseverliğe iki ay dayanabilmişti. Sonra gittikçe boğulmaya başlamıştı ve insanlar konuşmak için ağızlarını açtıklarında dillerindeki sarılıktan yalanlarını görebildiğini düşünüyordu. Konuştukları konular onu iğrendiriyordu. Şafak vakti boş patates çuvallarıyla pazar alanındaki merdivenlerde titreyerek oturan kadınların görüntüsü ruhunu parçalıyordu; yumruklarını sıkmış volta atıyordu ve nasıl öfkeli ve kindar olduğunu hissediyordu, kendi öfkesine kapılmış bu manzaradan iğreniyordu. Nihayet aldığı onayla Japonya'ya gelebilmişti. Sınırı geçmesi ile birlikte yüzüne kan gelmişti. Sendeleyince direkten destek aldı. İnsan, yaşam, gerçeklik, irade, güç uzun zaman sonra ilk defa yine kendini duyumsamıştı. Havadaki özgürlük kokusuyla ciğerleri açılmıştı. Anavatan onun için sadece hapishaneyi ve baskıyı ifade ediyordu. Yabancı, onun için artık dünya evi, Avrupa'nın medeniyetiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
mecburiyet|taekook
Historical Fiction"Ben şimdi de senin için çok mu özgür konuşuyorum? Arkanda onbaşının sopasını hissetmeye başladın mı? Korkma! Daha hâlâ Japonya'dayız. Susmam mı veya sana: dememi istiyorsun. Ama şimdi her şeyimiz söz konusu, benim ve senin!". |Stefan Zweig'in Mecb...