camın kenarında duran kaktüslere birkaç damla su döktükten sonra her seferinde sırtımı ağrıtan plastik çalışma sandalyesine oturdum. sulanıp sulanmamaları gerektiğini bilmiyordum, ben zaman hicbir şeyi de bilmezdim.
sevilmediğim hariç.
annem beni sevmez mesela. sevmez değil de kalbinin içinde kızım diye bi ateş yoktur onun. doğurdum işime yarasın diye düşünür ama her fırsatta da sol kulağıma doğru hiçbir işe yaramazsın sen diye bağırmayı ihmal etmez. başka çocuğu olsaydı belki onu severdi de ben asiymişim sabrını sınıyormuşum. huyum mu kurusun
on üç yaşındayken ölmediğim takdirde rahatlamayacağını söyleyen, altı yaşında haşlanmış yumurtamı yemediğim için beni kapının önüne koyan annem ve uzakta olan kızını düşünüp hazırladığı yiyecekleri gönderen annem de aynı kadındı. dengesiz, ne yapacağı belli olmayan.
bi yerde okumuştum, ayaklarınız üşüyorsa anne sevgisini, elleriniz üşüyorsa baba sevgisini doğru dürüst tatmamışsınızdır. annem esasında benim ayaklarımı ömrümün sonuna kadar buz kestirdi.
aptal dürtülerimden biriyle duruş bozukluğumu ve kemik düzleşmemi düşünmeden sandalyenin üstünde bağdaş kurdum. nasıl oturursam oturayım her yanım ağrıyordu zaten ama rahatsız sandalyede bağdaş kurunca daha bi ağrıyordu sanki. bu da annemden kalmış.
ellerim annemin gönderdiği saklama kaplarına gidip kapakları açtığında burnuma çarpan yemek kokusu burnumun direğini sızlattı. eli ağır olduğu kadar da lezzetliydi de. uzun zaman olmuştu anne yemeği yemeyeli ama her zaman olduğu gibi bu yemekleri de önceden getirdiğim karanfil kokulu lila çöp poşetine döktüm.
poşeti kapının kenarına koydum ki evden çıkarsam, ki muhtemelen çıkmayacağım ama, yine unutmayayım da kokmasın. karanfil koksa güzel olurdu ama verdiğim bir ton paraya rağmen yemek kokusunu engellemiyordu. eski püskü babaannemden kalan turuncu kanepeye oturunca yine babaannemden kalan ve süs diye duran elli bir ekran televizyonun yansımasından suratıma baktım. yorgun ve boş bakışlar, içe dönük omuzlarla birleşip ezik bir görüntü sunuyordu.
halbuki ben eskiden ışıl ışıldım.
televizyonun yukarısında yine ve yine babaannemden kalan kahverengi meşe raflar duruyor, üzerinde babamın kasetleri. kim olduğunu bile doğru dürüst bilmediğim bir sürü sanatçının kasetleri, ordan oraya dolaşıp duran postalar, zamanında pek değerli olan posta pulları.
üzerinde heidi'deki peter'ın evine benzeyen bir ev, ucu gözükmeyen bir ırmak ve kocaman agaçlarla süslenmiş posta pulu baş köşede bana el sallıyor, babam ben daha doğmadan bana yazmış. eskiden hep okurdum, derdim ki ben babamdan güç alırım. babamın tek kızıyım bana her şeyden çok değer verir.
onu da anlamadım gitti.
zaten ben anlamakta da güçlük çekerim, annem ilkokuldayken iki kere ikiyi bilemediğimden cılız bedenimi yere çarptığından beri.
annemler ilk evlendiklerinde babamın kendi eliyle yaptığı camlı sehpanın üzerinde duran albümlere bakıyorum bu sefer, üzerlerine çoktan tozlar yağmış net görmüyorum.
en büyük kahverengi olan albümü aldığımda üzerini koltuğa siliyorum, içindeku süngerdi kapağın açarken başparmağımdaki yumuşaklığın sebebiydi.albümün ilk sayfası annem ve babam, annem mutsuz. babamla hiç evlenmek istememiş zaten, anneannemler zorla evlendirmişler. kaşları çatık annemin ama babamın yüzü gülüyor, saçları o zamanlar çok gür ve çokça siyah. zamanın acımasızlığı mı yoksa acımasız bir kadınla koca ömrü paylaşmak mı gür olan saçlarını hepten döktü ve siyah olan saçlarını beyazlattı babamın?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yanan ömürler, hongri.
Fanfictionşimdi bu kadar solgun durması vaktiyle pırıl pırıl oluşundandır.*