Yana devrilmiş at arabasının arkasından büyükçe el çantası almıştık. Büyük ve daha kadınsı olanından...
Anlaşılan kızın bavuluydu.
Oradan da bizim kamp alanımıza, yani nehre doğru yol aldık.
Yolda kız, ailesinden bahsetmeye başladı. Babasının ne kadar cömert olduğundan, annesinin disiplinli ama sevgi dolu olduğundan, abisinin ise gıcık olduğundan bahsetti. Anlatırken önce sesi titremiş sonra ağlamaya başladı.
Kız ağlarken pek bir şey yapamadım açıkçası.
Kızın ailesi birkaç saat önceki savaşta ölmüş.
Geçmiş olsun mu diyeyim, ne diyeyim?
"Sizin adınıza üzüldüm." dedim ben de.
Benjamin falan kızı sakinleştirdi.
Biraz daha ilerleyince nehrin gürültüsü uzaktan duyulmaya başlamıştı.
Kalın sesli bir adamın yüksek sesle konuşma sesini duydum, "...yerde olmalı. Çabuk bulun!"
Neyden bahsettiklerini anlamamıştım ama seslerin tanıdık gelmediğinden emindim.
Kampta başka birileri var.
Önden yürüyen Viktor'un kolundan yavaşça çektim, "Sanırım kampımızı basmışlar. Ne yapacağız?" dedim.
Dördümüz de durduk.
İlk önce durumun ne olduğuna bakmalıydık.
Arkadaşlarım ölürse bunun pişmanlığını ömrüm boyunca taşırdım.
Çünkü ölürlerse onları yalnız bırakmak benim suçum olurdu.
"Siz burada saklanın" dedim. "Ben bir bakıp geleceğim."
Tam gidecekken kız bileğimden tuttu. Baktığımda endişeli gözüküyordu. "Dikkatli ol." dedi.
Sonra Viktor da "Bir şey olursa bağırman yeterli, yardıma geliriz." dedi.
Tekliflerini reddetmek isterdim.
Adam zaten savaştan zorlu yaralarla çıkmıştı.
Başka savaşa sokmak iyi olmazdı.
Ama yine de hayır diyemedim.
Çünkü bir şey olursa bir gurup askere karşı savaşamazdım.
Yavaşça ilerleyip yaklaştım.
Yer yer ayakta duran askerlerin görüntüleri yaprakların arasından falan gözüküyordu ama net görüntüyü yakınlarındaki bir kayanın arkasına geçince gördüm.
Arkadaşlarım yerde yatıyordu.
Etrafında ise 6-7 Torun askeri dikilmişti. Hepsi hafif zırhlıydı. Göğüslerini metal bir plaka koruyordu. Kafalarında ise kalın deri miğfer vardı. Aralarında bir tanesinin göğsünde yıldız şeklinde bir nişan vardı. Bu adamın komutan olduğunu farz ediyordum.
Adam bir askere kızıyordu. "Uyuyan üç kişiyi uyandıramıyor musunuz? Aptal mısınız siz oğlum?"
Asker mahçup bir şekilde "Efendim, tokatladık, tekmeledik, üstlerine su döktük yine uyanmadılar. Bence bayılmışlar o yüzden.."
"Bahane istemiyorum!" diye kesti sözünü. "Casus olabilirler. Çabuk uyandırın şunları."
"Emredersiniz komutanım!"
Cebimden zarı çıkardım.
Ve elimi askerlere doğru uzattım.
"Yavrusu kaybolmuş Baykuş Boz Ayısı ağaçların üstünden süzülerek kamp alanına iner. Çocuğunu kaçıranların askerler olduğunu düşünür ve amansız bir savaş başlar. Normalde rastlanması bile zor olan bu vahşi yaratık, askerlerin içinden geçer." dedim.
Baykuş Boz Ayısı, D&D filminde gördüğüm bir yaratığın yorumlanmış bir şekliydi. Filmde bir şekil değiştiren, Baykuş Kutup Ayısına dönüşüyordu. Ben de burası kutup olmadığı için boz ayı yaptım. Bu yaratık baykuş kafasına sahip iki ayağı üstünde yürüyen bir boz ayı...
Pençeleri ölümcül ve kollarının arkasında kanatları var.
Baykuşun sahip olduğu yırtıcı, sivri gagasıyla yakalanan avlarının işini bitiriyor.
Zar parlamaya başladı.
Ve yere bıraktım.
Yuvarlandı ve durdu.
Sonuç : [ 2 ]
ŞİMDİ OKUDUĞUN
20'lik Zar (S.FİNALİ)
FantasíaBirlikte "Role Play" adı verilen fantastik kutu oyunu oynayan 4 arkadaş oynadıkları evrenin içerisinde bulur kendilerini. Senaryoyu bitirip gerçek dünyalarına geri dönebilecekler mi? Yoksa uyum sağlayıp keyiflerine mi bakacaklar. Ya da başarısız olu...