15

9.4K 439 65
                                    

Göçmen kızını dinleyerek okuyabilirsiniz.

***

Soğuğun ayazı beni kemiklerime kadar titretirken ellerimi bir an olsun beyaz ceketimin cebinden çıkarmadım. Soğuğa karşı, ne haddimeyse asker gibi direnmeye çalışmak benim için iyi bir fikir değildi.

Yaklaşık yarım saattir kapının önünde kardan adam olmamak için verdiğim çaba da hiç iç açıcı değildi. Derin bir nefes alıp ağzımdan çıkan sıcak dumanın soğukla birleşerek sigara dumanı gibi gökyüzüne yükselmesini izledim. Nedenini bilmesem de içimde kötü bir his vardı. Bu da bir şekilde çeviğin yanında olmam gerektiğini hissettiriyordu.

Nedenini bilmediğim için yapmak istemesem de iç sesim bana rahat vermemişti. Şimdi malak gibi yarım saattir kapının desenini inceliyordum.

"Mal mısın Duru çalsana kapıyı" kendi kendime söylenerek ve aynı zamanda homurdanarak yumruk yaptığım elimi kapının sert tahtasına bir kaç kez vurdum.

Kapı gıcırtılı bir ses çıkararak açıldı ve içeride ki sobanın sıcaklığı yüzüme çarptı. Tüm vücudum elektrik almış gibi bir anlığına titrediğinde ne kadar üşüdügümü fark ettim ve kapıyı açan Çeviğ'in yüzüne dahi bakmadan içeri daldım.

Gözüm bırak Çeviğ'i, odanın tek bir köşesini bile görmiyordu. Sadece karşımda ki sobaya odaklanmış zombi gibi hipnoz olmuş bir şekilde sobaya yürüyordum. Avuç içlerimi açıp sobaya dogrulturken sobanın üstünde ki kestaneleri fark ettim. Gözlerim fal taşı gibi açılırken içimi kaplayan garip huzurla birlikte hızla Çeviğ'e döndüm.

Beni karşıladıktan sonra yerleşmem için bana izin vermişti ve nöbeti olduğu için bir daha onu görmemiştim. Dünde beni karşılamaya yalnız gelmediği için uzun süre sonra yalnız kaldığımız ilk andı. Her ne kadar fark ettirmek istemesem de içim de deli gibi dolu dolu patlamaya hazır bir heyecan vardı.

"Kestaneyi nereden buldun" diye sordum çocuksu bir ifadeyle. Bilerek yaptığım bir ifade değildi. Ama istemeden Çeviğ'in yanındayken büründüğüm kişilik küçük bir çocuktan farksızdı. Ayrıca kestane en çok sevdiğim ikinci şeydi.

Kapının pervazına sırtını yaslamış kollarını önünde bağlamıştı. Üstünde üniforması yerine siyah bir t-shirt ve yine siyah bir eşofman vardı. Tabi o siyah t-shirt ün altında da bir tepsi baklava. Gözlerim yavaşça yüzüne kaydığında kestane kahvesi gözleri gözlerimi delmek istercesine bana bakıyordu.

"Ben bulmadım senin geliceğini öğrenince kendi ayaklarıyla geldi." Sırıtarak söylediği şeyle birlikte bende hafifçe tebessüm ettim. Normalde her dediğini terslerdim, bu güzel bir şey olsa dahi. Ama şuanda kestane vardı. Ne demişler kestane kebap yemesi sevap.

"Desene kestaneye olan hislerim tek taraflı değilmiş" kafamı eğerek yüzümü kestanelerin olduğu sobaya çevirdim. "Valla canlarım herkes öldürürmüş sevdiğini kimi bir bakışla kimi dalkavukça, bende seni yiyerek öldüreceğim" gülümseyerek söylediğim sözlerle birlikte kestaneleri sırtımı dönüp, yüzümü tekrar kapıda dikilen Çeviğ'e döndüm. Kapıya yaslanmış, gülümseyerek beni izliyordu.

Her ne kadar belli etmesem de onun yanındayken acayip utanıyordum. Ve şuan gözlerimi delen gözleri bana hiç yardımcı olmuyordu. Yanaklarımda resmen yangın vardı ve alev alev harlanıyordu.

"Niye kızardın sen" tek kaşını kaldırarak sorduğu soruyla birlikte hemen kaşlarımı çattım. "Kim? Ben mi? Soba. Evet soba yüzünden. Çok sıcak o yüzden" dilim birbirine dolanmadan cevap verdiğim için iç sesim gururumu okşuyordu.

"Peki öyle olsun" sırıtarak verdiği imalı cevap daha çok kızardığımı hissetmeme neden oldu. Sonunda olduğu yerden ayrılmaya karar verip bana doğru ilerlediğinde bana yaklaşan yüzündeki ifade bu sefer pek de hoşuma gitmemişti. Ne kadar gülümsese de yorgun görünüyordu. Göz kapakları resmen imdat diye bağırıyordu. Uykusuz olduğu da çok belliydi.

"Çevik abi uykusuz musun?" Cevabını bildiğim bir soruyu doğru cevabı alamayacağımı bilerek sordum Çeviğ'e.
"Hayır değilim" tabi ki inkar edecekti. Çevik ne zaman bir şeyi kabul etmişti ki.

"Hayır uykusuzsun" dedim omuz silkerek. "Nöbetin yeni bitti öyle değil mi?" Diye sordum gözlerinin içine bakarak.

"Evet ama uykum yok" kaşlarımı daha çok çattım ve elimin birini belime yaslayıp bir anne edasıyla konuşmaya başladım. "Göz kapakların zor ayakta duruyor sen hâlâ inkar ediyorsun" dedim. Ardından daha önce gözümün çarptığı, sobanın yanında ki tabağı elime aldım. Masa yardımıyla sobanın üstünde ki kestanelerin yarısını alıp tabağa doldurdum.

Doldurma işim bitince tekrar Çeviğ'e döndüm. "Ben gidiyorum, sen de uyu çevik abi. Yanımda ölürsen beni suçlarlar. Düğmeniz kaç aydan başlıyormuş." Tabağı aldığım an niyetimin gitmek olduğunu anlamıştı ve yüzünde ki memnun ifade hızla yok olmuştu.

"Bana çocukmuşum gibi davranma Duru. Uykum yok. Hem sen daha yeni geldin neden hemen gidiyorsun ki" masum bir şekilde kurduğu cümle ile birlikte yüzüme bir sırıtış yayıldı. "Hayde asker bey hayde yat vakti. Saat on yatağa kon" elimdeki tabağı kolumun arasına sıkıştırıp saçlarımı savurarak yanından geçip kapıya yöneldim.

Tam kapıyı açmak için elimi kapı kolunun üstüne koyduğum da belime sarılan eller ve arkamda hissettiğim beden yüzünden durmak zorunda kaldım. Parmaklarım tabağı daha sıkı kavrarken olayı kavramaya çalışıyordum.

"Çevik abi... Ne yapıyorsun?" Sesim hem biraz şaşkın hem de biraz sitemkar çıkmıştı. Elleri belime daha sıkı dolanırken, yüzünü de saçlarımın arasından boynuma yasladı. Derin bir nefes alarak kokumu içine çektiğinde dizlerimin bağının çözülmeyr başlamıştı.

"Abine söylediğin şeyleri yapıyorum. En azından boşa dayak yememiş olayım öyle değil mi?"

Elinden kurtulmaya çalışsam da aslında bunu yaparken pek bir efor sarf etmiyordum. Bir kaç dakika sonunda pes edip öylece durdum ve burnuma dolan kokusunun huzuruna vardım.

***

Ölüyordum yazarken. Mesajlaşma yazmak kadar hızlı bitmedi bu bölüm :(
Neyse mesajlasmalarda anlattığım olaylardan birini bu şekilde canlandırmak istedim. İyi okumalar.

Şafak Kaç / TEXTİNG Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin