21

374 53 53
                                    

Benden önce gelmişti.

Oturduğu masa, yılların izlerini taşıyorken, dik omuzları ve sürekli kırpıştırdığı gözleriyle, dikkatlice masaya bakıyor, parmakları orada ufak tıkırtılar oluşturken sanki dakikaları sayıyordu.

Boğazımda bir yumru, avuç içlerime batan tırnaklarım ve titrek nefeslerim, korkunun vücuduma sızdığını gösteriyordu. Ona gidemeyeceğimden söz ettiğim yolun ucuna gelmiştim fakat içeriye adımlamak için verdiğim mücadele bir hiçti. Ayaklarım, bir ileri gidiyorsa iki geri gidiyor, bugünün sabahında gösterdiğim kararlılık gittikçe kayboluyordu. Oysa kendimden emin adımlarım olmuştu hep. Aştığım yolun yokuş veyahut düz olduğuna, hangi sokağın çıkmaz, tenha ve kalablık olduğuna bakmadan ilerler, omuzlarım her daim dikliğini korur ve başım, sanki bir askeri eğitimin başındaymışçasına yukarı kalkık dururdu. Bunun nihayetinde, benliğime aşılanan bir güç korkusu vardı. Sanki bütün zayıflık duygularda saklıydı ve biz, onları birilerine yakalatma telaşıyla içimizde saklıyor, büyüdükçe kaybolacağını düşünürken daha da çoğaltıyorduk. Neyi, kimden gizlediğim müphem bir konuydu. Sanki saklandığım köşenin etrafı gölgelerden mahrumdu.

Ya da ben, gözleri beni buluncaya dek, öyle sanıyordum.

Bana baktı. Sanki bunu beklermiş gibi, masadaki tıkırtı son bulup, gözleri gözlerime tutunuyorken gölgesi düşüyordu üzerime. Bakışlarından söz etmek istesem, ne söylenebilirdi? Bütün bir ağırlıkla, bedensel veyahut ruhsal, tamamıyla bir yüktü. Bu sebepten olmalı ki, başımı eğiyorum ilk defa. Taşımaktan aciz bedenim, mahrumiyetini çektiği sevgiden yoksun, bir şeytanın günahına boyun eğiyordu.

Uzun sürmedi, dudaklarından adımın firar edişi. "Jeongguk." Derken, kendinden emin duruşunun aksine kısık çıkan sesi, beni şaşırtmadı. Kaldırdım kafamı hemen, yutkundum. Belki de duydu bunu ama çaktırmadı. Kendimi görüyordum artık onda. Kendimden bir parçayı, içimdeki karanlığın yarısıyla, gözlerimdeki ışıltının tamamını.

Demek ki, az sevmek bunun adı.

"Gelmeyeceksin sandım."

Çoktan içeriye girmiştim o bunu söylerken. Geriye giden adımlarım yoktu, terreddüt içeren bakışlarım, düşük omuzlarım ve titreyen ellerim yoktu. Emindim. Korkusuzluğu aşılayan bir duyguyla beraber, içimde yükselen cesaretle beraber, arzularıma yenildim.

Ağır adımlarımı seyretti. Yüzümdeki gülüşe belli ki şaşırdı fakat hâlâ daha bir şeyleri çözmeye çalıştığı belliydi. Ona bakmamaya özen göstermiş, bakışlarımı kaçırıp, yanından geçtiğim gibi önündeki sandalyeye yerleşmiştim. Masanın üzerinde duran oyuna bakarken iç çektim.

Beyaz, bendim.

"Sen erken gelmişsin." derken, önümdeki satranç tahtasına sabitlenmiş gözlerim, gözlerini bulmuş ve parlayan bakışları, masa altında duran parmaklarımı uyuşturmuştu. Çok başka bakıyordu. Taehyung'un bakışlarında, yıllardır çözemediğim o soru küpleri bir bir dağılıyordu sanki. Lenssiz, siyahın açık tonlarıyla beraber beni içine çeken gözleri, bütün cevapları içerisinde barındırıyordu. Ben, o konuşmasa da bunu anlayabiliyordum.

"Geç kalma demiştin."

Tam üç yıl sonra, aynı yerde, farklı duygularla beraberdik. Kurallar yoktu, sessizlik sandığımız gürültü, kulaklarımızı sağır ediyor ve odada, nefes seslerimizin arkasında bir yerde ritmik hareketlerle kendini gösteriyordu. Benim ve onun, birbiriyle uyum içerisinde duran kalp atışları, ilahi bir melodi gibi kulağa ulaşıyordu. Belki de gaipten duyduğum bu ses, benim için her şeyin başlangıcıydı zira bundan hiçbir zaman emin olmamıştım. Duygularım, saklandığı yerde büyümüş, beni de içine çekmişti. Dudaklarım kıvrıldı. Buna karşın iç çektiğini duydum. Alt dudağımı ısırırken, geriye yaslanmış ve kafamı hafifçe geriye çekerken gözlerim, tebessüm barındıran gözlerine tutunmuştu.

akla karaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin