22. Bölüm

327 59 16
                                    


Bölümün çok kısa olduğunun farkındayım ama yazdığım kadarını atınca sayfa sayısı çok uzadı, sizi okurken bunaltmak istemediğimden dolayı "Word" programında yaklaşık iki sayfa tutan bu parçayı paylaşmaya karar verdim.

Bir sonraki bölümü önümüzdeki hafta içinde paylaşacağım, bu arada da umuyorum ki okunma, vote ve yorum sayılarında bizi sevindirecek bir değişiklik olur. Zaman ayıran herkese çok çok teşekkürler.


22. Bölüm

Mermer kaplı hücrede geçirdiğim ilk gecede yalnızlık, bedenimi kemirmeye başlamıştı. Donuk yüz ifadem gittikçe yüzüme yerleşmişti, bu gidişle son nefesimi verirken de umutsuz gözlerime dümdüz bir çizgi haline gelen dudaklarım eşlik edecekti.

Oturduğum mermer zeminden kalkıp hücre içinde bir kez daha tur attım. Bunu yapma amacım bedenimin uyuşukluğunun geçmesiydi çünkü içimdeki bir şeyler kurtulacağıma dair bir umut besliyordu ve bunu ne başımda bekleyen Avcılar ne de onların ağzından dökülen cümleler değiştiremiyordu.

Adımlarımı parmaklıklara çevirip nöbet değişimi için bekleyen iki Avcı'ya baktım. İkisinde de siyah pantolon ve yine siyah olan t-shirtlerden oluşan bir kombin vardı. Yüz ifadelerine bakılırsa hallerinden memnundular. Biri hemen parmaklıkların bitimindeki duvara yaslanmıştı, diğeri de karşımdaki hücrenin önünde bağdaş kurmuş oturuyordu.

Ayakta olduğumu görünce tiksintiyle dolu gözleriyle süzdü beni. "Çok şanslısın Mira," dedi hemen ardından da ekledi, "Seni öldürmektense acı çekerken görmeyi tercih ederdim."

Parmaklıklardan uzaklaşıp yeniden sırtımı duvara yaslayarak yerime oturdum ve yüzümü ellerime gömdüm. Karşımda oturan adamın gözleri üzerimden ayrılmıyordu. "Annen ile babanın da cesetleri buraya taşındı. Hepsini yaktığımızı biliyor musun? Kurallara uymamış olsa da Rüzgâr, harika bir av geçirmiş olmalı."

Ellerim sinirle titremeye başlarken Avcı konuşmayı kesmedi. Ailemin cansız bedenleriyle ilgili konuştu, beni öldürmekten büyük zevk alacağını anlattı ve bana bir kez daha bir pislik olduğumu düşündüğünü söyledi. Onun bu cümlelerini duymamış gibi yapmak zordu ama yakında öleceğim gerçeğini halen sindirememiştim ve bu mermer hücre bana, bunu sindirmem için ayarlanmıştı.

Hücre dışından tanıdık bir ses "Nöbet sırası bizde," dediğinde ellerimi yüzümden çektim. Gelenlerin Eren ve Ozan olduğunu anlamam için yüzlerine bakmam gerekmezdi. Ciğerlerime dolan ve artık "Ozan Kokusu" olarak nitelediğim koku ile Eren'in ses tonu yetmişti. Hızlıca yerimden kalktım ve neler olduğuna bakmak için parmaklıkların yanına kadar ilerledim.

Az önce nöbette olan adamlardan biri Eren'in avucuna birkaç anahtarın geçirilmiş olduğu anahtarlığı bırakıp gözden kaybolurken diğeri de Ozan'a işaret parmağını sallayarak birkaç talimat veriyordu. Sonunda o da ayrıldığında Eren koşar adımlarla yanıma geldi. "Biliyordun değil mi?" diye sordum ona, o hücre kapısının kilidini açmaya çalışırken. Eren, "Bu kadar zeki arkadaşların olduğu için şanslı," diye karşılık verdiğinde üçüncü anahtarı deniyordu.

Ozan, "Acele et," diye seslenirken kapının kilidi açılmıştı. Hızlı adımlarla açık olan kapıdan çıktım ve peşimde Eren'le, Ozan'ın yanına doğru ilerledim. Göz göze geldiğimiz an kıvrılan dudaklarının yarattığı tanıdık sıcaklık üzerimdeki gerginliği atmıştı. O an yanımızda Eren'in de olduğunu, Avcılara ait bir binada olduğumuzu ve öldürülme tehlikesi taşıdığımı unutup kollarımı Ozan'ın boynuna doladım. İlk tepkisi, tepkisizlik oldu fakat ardından o da kollarını belime dolayıp beni kendine doğru çekti. Birkaç saniyelik bir sarılma olsa da, kendimi evimde gibi hissetmiştim ve buna uzun zamandır ihtiyacım vardı.

"Binanın arka kapısından çıkacağız," dedi Eren. Ozan kollarını yavaşça çözüp aramıza birkaç adımlık mesafe koydu. Eren aramızdan geçerken "Beni izleyin," der gibi baktı ikimize de. Ozan bir daha bırakmak istemiyormuş gibi elimi tuttu ve Eren'in peşine takıldık.

Geçtiğimiz yerler, binanın göz ardı edilmiş kısımlarıydı. Koridorlara ağır bir rutubet kokusu hakimdi, geçerken elimle burnumu kapattığım yerler olmuştu ki çoğu zaman bu yeterli olmuyordu. "Niye bu kadar ağır kokuyor," diye sordum yanımda ilerleyen Ozan'a. Zaman kazanmak istermiş gibi birkaç saniye yüzüme baktı. "Cesetler," diye mırıldandı. "Ne cesedi?" diye sordum fakat cevabı gayet iyi biliyordum. Ozan da böyle düşünmüş olacaktı ki bana cevap vermek yerine önüne döndü.

Yaklaşık yirmi dakika süren yürüyüşün ardından kestane rengi demir bir kapının önüne gelmiştik. Kaçmaktan ve kovalamaktan bitkin haldeydim ve bu kapıdan çıktığımız an tüm bu koşuşturmalar son bulacaktı. En azından öyle umuyordum, şu sıralar ummaktan daha fazlasını yapacak durumda da değildim zaten.

Eren kapıyı açmaya çalışırken beklediğimin aksine kapı sorun çıkarmadan açıldı ve gece karanlığında çıktığımız arka bahçede bizi bekleyen kötü sürprizler yoktu. Kapıyı arkamızdan kapatıp önce koşar adımlarla daha sonra ise gerçekten koşarak birkaç metre ötemizdeki bahçe duvarına yöneldik. Bahçe kapısında nöbet tutan Avcılara görünmemeye çalışarak uzun duvara tırmanmaya başladık.

Taş döşeli duvarda girinti ve çıkıntı bulmak zordu fakat bu konularda oldukça usta olduğunu gösteren Ozan ve Eren sayesinde tırmanabilmiştim. Boyumun iki katı olan duvarın tepesine çıktığımda özgürlüğü hissettim. Esen rüzgar, yüksekte olmanın getirdiği iç gıdıklayıcı his... Hayatı hissedebilecek olsak böyle hissederdik. Özgür, gizemli ve heyecanlı...

"Atlayacak mıyız," diye sordum Ozan'a bakarak. "Mira istersen dene," dedi Ozan gülerek. "Daha o kadar profesyonel değiliz. Nerden baksak 4 metre bu duvar." Başımı yavaşça yere doğru eğip yüksekliği gözümle ölçmeye çalıştım, haklıydı. "Ben inmeye başlıyorum o halde," dedim. Çıkarken yardıma ihtiyacım olmuştu ama inerken kendimi yere atmam gerekse bile yardım almayacaktım.

Parmaklarımla, şu an üzerinde durduğumuz yerdeki en ele avuca gelir kısmı kavrayıp yavaşça bedenimi duvardan aşağıya sarkıttım. Ayaklarımı yerleştirecek uygun çıkıntılar bulduktan sonra biraz daha sarkmayı denedim. Düşündüğümden daha yavaş hareket ediyordum öyle ki, ben daha duvarın yarısına gelmeden Ozan ile Eren yere inmişti bile.

"Atla Mira," diye yakındı Eren. "Tutarız seni." Ardından, yüzlerini görmesem de, sırıttıklarına eminim. Binadan çıkmanın vermiş olduğu rahatlığa hemen alışmıştık. Aramızdaki şakalaşmalar ben yere ayak basana kadar sürmüştü ve üçümüz de halimizden memnunduk.

Binanın birkaç sokak ötesine kadar koşar adımlarla ilerledik. Eren ve Ozan'ın 'sahte' vardiyalarının bitimine az kalmıştı, kaçışımızı anlamaları an meselesiydi. Eren ile Ozan'ın suçsuzluğunu kabul etmişlerdi, gitmelerine ses çıkarmazlardı fakat ortadan benim kaybolmam onlar için büyük bir sorun demekti ve bu sorunu ortadan kaldırmak için çabalayacaklardı, onların işi buydu.

"Nereye?" diye sordum nefes nefeseyken. "Şimdi ne yapacağız?" Birkaç adım ötemde ilerleyen Eren arkasını dönmeden, "Uzun zamandır istediğin bir şeyi yapacağız Mira," dedi. Zihnimde bıraktığı belirsizliğe aldırmadan adımlarımı hızlandırıp ona yetiştim. "Neymiş o?" diye sordum tek nefeste. Eren bakışları hemen ardımdaki Ozan'a kaydı. Yeniden bana baktığında "Mührü bozduracağız," dedi. Verebileceğim tek cevap, Eren'in yüzüne boş bir ifadeyle bakmak oldu.

Öğrendiğim andan itibaren gerçekleştirilmesini istediğim bu şey, birkaç saat içinde gerçeğe dönüşecekti. Zihnimde bana "Ya sonra?" diye soru soran sesleri susturmaya çalışıp ilerlediğimiz yola odaklandım.

"Bırak Ruhun Aşka Düşsün"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin