Hastane... Beyaz rengin her tonunun hakim olduğu bu binanın içi renginin aksine acılarla doluydu. Kıpkırmızı acılarla...
Beyaz ve siyahın tam ortasındaydı bu kırmızı. Kimileri acının içinden bir umut ışığı arar, beyaza ulaşmaya çalışırdı. Kimileri ise o acıda kaybolur, ölümün karanlığına çekilir ve siyah renge mahkum olurdu.
Her hastanın hikayesi, kırmızının farklı tonlarıyla yazılırdı. Kiminin hikayesinin mürekkebinden umut damlardı, kimininki karanlık tonlara hapsolurdu sayfalar boyu. Bu yüzden hastanenin her bir odasından bambaşka hikayeler, bambaşka tonlar yayılırdı. Çünkü her insan farklı, her insanın hikayesi farklıydı.
Şimdi, o odalardan birinde yatan hastanın kaderi hangi renkle yazılacaktı, kimse bilmiyordu. Ne ailesi, ne annesi, ne babası, ne de yatağının dibinde oturan ve gözleri kapalı, içinden dualar edip duran kardeşi... Bilinmezlik, insanoğlunu en çok yoran, hatta kimilerini delirtendi. Ve ölümün yerini de, vaktini de kimse bilemezdi.
Sessizce başını kaldırdı Veysel. Vakit akşama yaklaşıyordu. Kenan dün hastaneye kaldırıldığından beri kendine gelmemişti. Ara ara hafifçe bir şeyler mırıldanıyor, sonra dudakları tekrar kıpırtısız hale geliyordu. Gözlerini aralamamıştı bile. Doktorlar kendini biraz toparladığında uyanacağını söylüyorlardı, ama kimse ne zaman olacağını söyleyemiyordu Veysel'e. Beklemekten başka çareleri yoktu.
Annesinin getirdiği temiz, düzgün bir tişört ve pantolon giymişti Veysel. Abisine de siyah tişörtü giydirilmişti; şimdi fark ediyordu Veysel onun ne kadar zayıfladığını. Hastalığı zayıflatmıştı abisini. Gücünü çekip almış, dağ gibi adamı yıkmıştı.
Bu zayıflama tanıdık geliyordu işte ona. Düğünün stresine, heyecanına verdiği bir zayıflamayı andırıyordu... Tıpkı sevdiği kadının gözünün önünde günden güne zayıflayışı gibi.
Sıkı sıkı yumdu gözlerini, başını iki yana salladı. Aynısı olmayacaktı. Abisi de gitmeyecekti. Bir şekilde dönecekti bu hastalık. Çünkü başka bir ihtimali Veysel'in kaldırma ihtimali yoktu. Dönmek zorundaydı.
Derken, tuttuğu elde hissettiği ufak kıpırtıyla hızla başını kaldırdı. Kenan'ın başparmağı oynamıştı. Veysel hızla gözlerini abisinin yüzüne çevirdi ve dudaklarının kıpırdadığını gördü. Yorgun gözlerinde mutluluk dolu bir ışıltı gösterdi kendini. Taburesini biraz daha yatağa doğru çekti.
"Abi?"
Kenan cevap vermedi. Kaşları çatıldı, başını hafifçe oynattı. Dudaklarını bir kez daha kıpırdatmaya çalıştı ve boğuk, güçsüz bir fısıltı çıktı ağzından:
"Veysel..."
Gözleri doldu Veysel'in, sanki dünden beri yeterince ağlamamış gibi. Abisinin elini sıktı ve gülümsedi.
"Abim, buradayım ben. Duyuyon mu beni? Bak buradayım, yanındayım."
Kenan'ın boğazının gerisinden halsiz bir inilti yükseldi. Yüzünün rengi soluktu, inanılmaz kötü ve güçsüz hissediyordu, tam kendinde bile değildi. Bir kez daha parmağını oynattı, kardeşinin elini sıkmaya çalıştı.
"Veysel..." diye fısıldadı yeniden. Gözlerini açmak; düğünde yorgun düşüp bayıldığı için, ona aynı kâbusu tekrar yaşattığı için özür dilemek istiyordu, ama konuşamıyordu bile. Tüm gücünü toparlayıp derin bir nefes verdi ve araladı gözlerini. Yorgun mavileri kardeşinin gözleriyle buluştu ve acıyla konuşmaya çalıştı:
"Abicim... Özür dilerim, çok özür dilerim..."
"Şşt, abi tamam, yorma kendini." dedi Veysel hemen. Gözleri dolmuştu, onları hızlıca sildikten sonra bir elini kaldırıp usulca abisinin alnına düşen dağınık saçlarını geriye taradı. "Yorgunsun şimdi bak, dinlen tamam mı? Konuşuruz sonra." dedi gülümsemeye çalışarak. Kenan'ın onu duyup duymadığından bile emin değildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Günbatımı • Kenan Kaya & VeyKen (Gönül Dağı)
FanficBir güneşin batışı gibi daha da kötüye gitti her şey. Ama herkes, ufuktaki kızıllığın seyrine daldı ve kimse geriden gelen karanlığı görmedi.