Gözlerini sonsuz gibi görünen bir beyazlığa açtı. Işık hızıyla ayağa kalkıp etrafına bakındı, nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Sanki tüm renkler ona küsmüş gibi, nereye baksa tek bir renk görüyordu; beyaz. Farklı bir şeyler bulma ümidiyle birkaç adım attı. Bir süre sonra, hiçbir şey bulamamış, sürekli aynı renge bakmaktan başı dönmüş bir halde olduğu yere çöktü. Burada uyanmadan önce hatırladığı son şey, başında endişeli gözlerle ona bakan sarışın bir kızdı; Annabeth."Neresi burası?" diye mırıldandı korkusunun gün yüzüne çıkmasına engel olamayarak. Olaysız bir günü olacak mıydı acaba? "Öldüm mü?" diye düşünmeye başladı. Bulunduğu yerin Yeraltı Dünyası olmadığını biliyordu, ama o Percy Jackson'dı, başına her an her şey gelebilirdi.
"Henüz değil, Deniz'in Oğlu." Korku ve heyecan içinde arkasını döndü. Biraz ilerde, simaları hiç de yabancı olmayan üç kadın, bir koltuğa oturmuş, örgü örüyordu; Kader Tanrıçaları. Ortada oturan tanrıça, örgüsünü örmeye devam ederek sordu. "Neden burada olduğunu biliyor musun?"
Percy kafasını salladı. Ancak tanrıçanın ona bakmadığını fark ederek konuştu. "Hayır."
"Sen, çocuğum," diyerek konuşmaya başladı kadın. "Birçok can aldın, onlarca yaratığı Tartarus'un gazabına bıraktın, pek çok kişi tarafından lanetlendin. Gelip geçeceğini mi sanmıştın? Üstünde, bizim bile bilmediğimiz lanetler var, tedavisi olmayan, olsa da bilinmeyen... Sen, genç kahraman, ölüme herkesten yakın, bir o kadar da uzaksın."
"Hımm, dur bak ne diyeceğim." Percy elini çenesine koyarak düşünüyormuş gibi yaptı. "Daha önce de bu durumda bulunmuştum, hem de pek çok kez."
Örgü ören kadınlardan biri ona ters bir bakış fırlattı, az önce konuşmuş olan tanrıça da kafasını salladı. "Kendini beğenmiş kahramanlar gibi davranmamalısın, çocuğum. Pek çok kez bu durumda bulunmuş olabilirsin, ancak hala öğrenememişsin. Sen bir tanrının oğlusun, Poseidon'un oğlu, buna göre davranmayı bilmelisin. Senin canını acıtmak isteyenler her zaman olacaktır, Gaia ve Kronos da, onlardan sadece iki tanesiydi."
Percy sakin olmaya çalışarak konuştu. "Dalga mı geçiyorsunuz?" Sinirden gülerek, ellerini boşlukta savurdu.
"Siz, benimle dalga mı geçiyorsunuz?"
Öfkelenmemeye çalıştı, iyi veya kötü, karşısındaki bir tanrıçaydı. Ancak bir tarafı hala karşı çıkmak istiyordu, Zeus bile onun çektiği zorluklara saygı gösterirken, bu kadına ne oluyordu?
"Gökyüzünü taşıyıp, Tartarus'tan kurtulduğun için kendini güçlü mü görüyorsun, Jackson?"
Percy, tanrıçaya ters bir bakış fırlattı. Karşılığında da hiç beklemediği bir şey gördü, kadın gülümsüyordu. "Yüreklisin... sevdiklerin için canını hiç düşünmeden feda edebilirsin..." Percy, bunun konuyla ne alakası olduğunu anlayamayarak biraz daha dikkatli dinlemeye başladı, konu ölümcül hatası oldu mu, içindeki merak duygusunun yayılmasına engel olamıyordu.
"Evet, Deniz'in Oğlu. Belki senin yaşındaki bir ölümlüye göre iyi işler çıkardın. Ve artık bitmesini istiyorsun. Anlıyorum... Ancak, sana kötü bir haberim var. Henüz sonlanmadı, henüz değil."
Percy, yarışmaya başlayacak bir koşucu gibi ellerini ovuşturdu ve umursamaz bir edayla konuştu. "Sırada ne var?"
Tanrıça, oğlanın bunu inadına yaptığını biliyor, anlatmaya başladı. "Sen sözümü kesmeden önce, sana ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgiden bahsediyordum. O çizgi, Jackson, burası. Buradan sonra yapabileceğin iki şey var, Hades'e gitmek, ya da yaşama dönmek. Hangisini istiyorsun?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
To Die Is To Live
Fanfiction"Sen genç kahraman, ölüme herkesten uzak, bir o kadar da yakınsın."