Hikayenin yıldız (*) işaretli olan kısmında bu şarkıyı dinleyebilirsiniz. İlham kaynağım ve orayı yazmamdaki en büyük yardımcı bu şarkıydı.
Kısa fakat yerli yerinde bir bölüm benim için. Umarım okurken keyif alırsınız.
23. Bölüm
Gideceğimiz yeri, yol boyunca zihnimde tasarlamıştım. Beklediğim bina en az üç katı olan, sivri çatı ve koyu renk boyalıydı. Birkaç panjuru yerinden sökülmüş ve gıcırtıyla sallanıyor olmalıydı hatta bahçesinde çıplak ağaçlar ve kümeler halinde uzamış biçimsiz otlar bile olabilirdi. Fakat uzunca bir yürüyüşün ardından Ozan, "İşte geldik," dediğinde ne kadar yanıldığımı anladım.
Geniş ve bakımlı bahçesi olan villa türünde bir eve gelmiştik. Dış cephesine renk veren şeftali tonu, hayalimdekinin tam olarak zıttıydı. Evin ön kapısına doğru sıralanan, beyaz taşlardan oluşan patikayı izleyerek ilerledik.
"Gergin misin," diye sordu Ozan. Farkında olmadan tırnaklarımı avucumun içine doğru bastırıyordum. Avucumu açtığımda etrafında oluşan yarım daire şeklindeki çiziklere kaşlarımı çatarak baktım. Bakışlarımı oradan ayıran şey kapının açılması oldu.
Orta yaşlı bir kadın sevimli sayılabilecek bir sırıtışla bizi süzüyordu. "Merhaba," dedi Eren. "Nazım Bey ile görüşmeye gelmiştik." Kadının gözleri benim üzerimden ayrılıp Eren'e döndü. "Evet, biliyorum," dedi ve kapıyı ardına kadar açıp geçebilmemiz için kenara çekildi. "Haydi, içeri girin."
Adımlarımı yavaş ve olabildiğince seri atmaya çalışarak Ozan'ın peşinden içeri girdim. İçerideki modern hava neredeyse dudaklarımın şaşkınlıktan aralanmasına neden olacaktı. Etrafı süzmeyi bırakıp Eren'e döndüm. "Korktun mu yoksa?" diye sordum. Sesimin titrememesi için fazladan çaba göstermiştim.
"Bizi aşağıda bekliyor," diye cevap verdi. Sorduğum soruyu umursamamasına sinir olmuştum fakat buraya gelmemizin bir sebebi vardı ve Eren olabildiğince bu sebebe sadık kalmaya çalışıyordu. Kolumu, elinden çekip "Tamam," diye mırıldandım. "İnelim o halde."
Ve ben... Mira Akar, tüm gerçekleri öğrendiğim o haftanın şokunu üzerimden atar atmaz bozulmasını istediğim mühürden kurtulmak üzereydim. Sonrasında gerçekten kimi sevdiğimi anlayacaktım, belki yine Ozan'a tutulacaktım. Belki kalbim sonsuza dek kuru kalacaktı ama ruhum özgür kalmış olacaktı ve ben onu aşka düşmesi için serbest bırakacaktım.
Cesur ve kendinden emin atmam gereken adımlarım ürkek ve çekingendi. Yine de bunun içimdeki özgürlük hissini çökertmesine izin veremezdim. Hızlanıp hemen önümde yürüyen Ozan'ı geçip Eren'in yanına ulaştım.
"Uzun sürer mi?" diye sordum fısıldayarak. "Çok değil," diye yanıtladı. "Nasıl bozulacağını biliyorsun değil mi?"
"Evet," dedim ve ekledim, "Gerildim."
Eren söylediğime cevap vermedi. Adımlarını daha da hızlandırmıştı. Merdivenin sonunda geniş bir bodruma ulaşmıştık. İçeride iki koltuk ve genişçe bir dolap dışında bir şey yoktu. Eren ve Ozan rahat tavırlarla koltuğa oturunca ben de onları takip edip hemen yanlarına geçtim. Kendimi, yabancı bir eve misafirliğe giden küçük çocuk gibi hissediyordum. Gözlerimi ayaklarımın duruşuna odaklamıştım.
Bakışlarımı oradan çeken şey yaşlı bir sesin bize "Hoş geldiniz," deyişiydi. Hızlıca yerimden kalkıp adamın elini sıkmak için ileriye doğru bir adım attım. Avcılar ile ilgili gözlemlediğim nadir şeylerden olan sıcak ten ısısı karşılamıştı beni. Elimi, geri çektiğimde adam ve Eren çoktan konuşmaya başlamıştı.
Konuşmaya kulak kabarttığım anda duyabildiğim tek şey adamın, "Hemen halledelim o halde," deyişi oldu. Dudaklarımı aralayıp, "Nasıl yani?" diye sordum. "Şimdi mi? Hemen mi?"
"Evet," dedi adam. "Birkaç saniyemi alır nasılsa." Adamın kahverengi, yaşlı gözleri Ozan'a döndü. "Aç mührünü."
Ozan, tereddüt bile etmeden üzerindeki gömleği çıkardı. Ortaya çıkan mühür tüm kalbimde dolanıktı adeta. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu fakat üzerimdeki etkisini gayet iyi biliyordum. DNA sarmalına benzettiğim bu mühür Ozan ve beni anlatıyordu. Birbirimize çok yakın duruyorduk ve hayatlarımız iç içeydi. Fakat aradaki birkaç santimetrelik boşluk aslında bizi birbirimizden uzak tutmaya yetiyordu. Onu sevmeme sebep olan şeyi bilişim, beni Ozan'dan metrelerce uzaklara savuruyordu.
Eren koltuktan uzaklaşıp Ozan'ın ona uzattığı t-shirt'ü aldı. Boşalan koltuğa Ozan sırt üstü uzanıp yüzünü koltuğun yastıklarından birine gömdü. Adam, Ozan'ı süzmeyi bitirip boynundan ucunda şekli bozuk bir metal parçası bulanan bir kolye çıkardı. Ozan bana mührün nasıl bozulacağını ilk anlattığında bir kılıçtan bahsettiğini hatırlar gibiydim. Soru soran gözlerle Eren'e baktım.
Eren bakışımı çözmüş olacaktı ki, "Bizi kutsayan dört ana kılıç vardı, bunlar daha sonra dört ana merkeze verildi. Türkiye'ye gelen kılıç da tıpkı diğerleri gibi parçalara bölünüp acil durumlarda kullanılmaz üzere en güçlülerimize verildi," diye açıkladı her şeyi. Anladığımı göstermek için başımı aşağı yukarı salladım. Bakışlarımı yeniden Ozan'a çevirip adamın işini yapışını izledim.
Kılıç parçasının Ozan'ın tenine değdiği ilk an, gözlerimin önüne bana müzik çalarımı verişi geldi. Bunu ben düşünmemiştim, bu anı öylece gözlerimin önüne gelmişti ve ben buna sadece seyirciydim.
Hemen ardından yetimhane dönüşü birbirimize sarılışımız geldi. Bu anlar zihnime düştükçe kalbimi yakıyordu. Ufacık başlayıp gittikçe yayılan bir sancı vardı göğsümün ortasında.
Ozan'ı öpüşüm geldiğinde dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim. Kenarında durduğum koltuğun önüne düşmüştüm. Avuçlarımı çıplak zemine bastırdığımda gözlerimin önünde hala o öpüşme vardı. Acı bedenimi sarsıp duruyordu, mührün böyle bir etkisinin olduğunu bilmiyordum. Sanki beni Ozan'dan koparmamak için çabalayan bir şeyler vardı.
Kendimi zorlayıp düştüğüm yerde oturmaya çalıştım. Fakat ben daha doğrulmadan kimin olduğunu bilmediğim bir çift kol beni düştüğüm yerden kaldırdı. Ozan'la olan her an zihnime hücum ederken diğer yandan da kalbime milyonlarca iğne batırıyordu. Buna daha fazla dayanamayacağımı zihnime haykırıp duruyordum, bedenim sonunda bu çaresizliğime acıyıp benim için her şeyi kararttı.
**
"Gözlerini açtı!"
Bana bakan bir çift mavi göz ile temasımı kesmeye çalışıyordum fakat onlardaki tanıdık bir şeyler benim gitmeme izin vermiyordu.
Ayak sesleri ve ardından gelen "Sonunda!" nidaları beni bu gözlerden ayırmıştı. İçeri giren Eren'di. Ardından gelen yaşlı adam kapı eşiğinde kalıp beni süzmekle yetinirken, Eren yanıma kadar gelmişti. Ellerimi, avuçlarının içine aldı.
"İyisin değil mi?" diye sordu. Sesindeki endişe ve merak tınısı bana, kendimi özel hissettirmişti.
"Evet," diye kısmen yalan olan bir cevap verdim. "Fakat zihnimde büyük bir boşluk var ve o boşluklara neler geleceğini bilmiyorum."
"Sorun yok," dedi Eren. Yüzüme düşen saçları geri çekti. "İyi olacaksın."
"Umarım," diye mırıldandım. Gerçekten umuyordum çünkü aylardır komada olup da yeni uyanan biriydim. Hala beni süzen mavi gözlere döndüm. "Seni hatırlıyorum," diye mırıldandım onlara doğru. "Ama adın bir türlü çıkmıyor dudaklarımın arasından." Kendimi zorlayıp bu mavi gözleri zihnimdeki boşluklara sokmaya çalıştım fakat bu yaptığım su üzerine yazı yazmaya çalışmak gibiydi.
Mavi gözlerin sahibi olan çocuk gülümsedi. "Adım Ozan."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
"Bırak Ruhun Aşka Düşsün"
FantasyKalbimiz tüm gücüyle kan pompalarken aslında yapmak istediği tek şey içinde barınan ve korumak istediği ruhu yaşatmaktı. Ruh korkardı, korkutmayı biliyorsan; ruh çalınabilirdi, çalmayı biliyorsan ve ruh avdı, çevresinde avcılar olan. © Telif hakları...