aşağı bakarsan gökkuşağı bulamazsın

44 7 22
                                    




sizlere neden tıp okumayı bırakıp fotoğrafçılığı tercih ettiğimi açıklamak istiyorum. öncelikle bu benim, birçok insan gibi dünya; insanlar ve objeler hakkında kafa patlatmamdan doğan bir anlam arayışı, bu anlam arayışının da beraberinde getirdiği metasallaştırma olayı. bunu felsefi açıdan düşünüp cevapsız kalmaktansa objelere ve insanlara yöneltmeyi tercih ettim.

biraz dramatik bir kişiliğim olduğundan mıdır nedir ana odaklanmak hiçbir zaman mümkün gelmedi bana. çünkü anlar sadece anıları barındırdı bünyesinde. elbette anılar da bir daha geri gelmeyeceklerini bildiğimizden içimizde yara yapar dururdu. bu anları daha da dışa vurmak istedim, somutlaştırmak istedim ve kendimi burada buldum.

elbette sadece bunlardan değildi, tıp tercih ederken bile güçlü olmayı istedim. gurur duyulan biri olmak istedim, zekam da elverişliydi buna ancak hiçbir zaman tamamlanmış hissedemedim.

annem vefat ettikten sonra daha da düşündüm bu kavramlar üzerine çünkü annemle birlikte sadece tek bir fotoğrafım vardı elimde. fotoğrafların yokluğu da en az varlığı kadar acıttı canımı.

şimdi yanımda jeongin varken ve seul sokaklarını dolaşırken de bunları düşünüyorum aslında. her köşe başının içinde barındırdığı anlamları ve yaşantıları bir tek ben görüyormuşum gibi hissediyorum.

"hyunjin, papatyaya bak nerede açmış! kaldırımı kadraja alıp sokağı çekebilirsin." klasik bir pozlama olsa söylediğinin sahiden hoş görüneceğine şüphem yok. bu yüzden yanına ilerleyip kadrajı ayarlıyorum.

"seulde sahilin olmaması büyük eksiklik, han nehri var gerçi ama sahile açılan bir sokak güzel olabilirdi." diyor. buluştuğumuzdan bu yana heyecanla bana yardım etmeye çalışıyor.

"saatlerdir benimle geziyorsun, yorulmadın mı?" diyorum oturduğum kaldırımdan ayaklanırken.

kocaman gülümseyerek reddediyor sözlerimi kafasıyla. "hiç yorulmadım, çok sevdim... bundan sonra çekimlerine beni çağırmazsan bozuşuruz!"

düşüncelerinde dürüst olduğunu görebiliyorum, benimle sokakları gezip her yerden estetik bir anlam çıkarmaya çalışmak onu mutlu ediyor gibi görünüyor.

sonra sprey boyayla 'aşağı bakarsan asla gökkuşağı bulamazsın.' yazılmış bir duvarın önünde duraksıyor. hatta öyle ki dakikalarca oradan kıpırdamadığımızı hissediyorum. bir anda durgunlaşıyor sanki.

makinemi elime alıp onun birkaç fotoğrafını çekiyorum orada, portre çekimi dışında birilerini çekmekten de hoşlanmam üstelik. yine de o an hüzünlü ve bir daha geri gelmeyecek anların birinde olduğumu hissediyorum.

sonra jeongin bana dönüyor. eski gülüşünü yüzüne takıp yanıma adımlıyor. "dalmışım, hadi gidelim."

"yorulmadın mı? gel bir yerde oturup dinlenelim."

yorulmuş görünmese yine de onu daha fazla alet etmek istemiyorum. bıktığımdan değil elbette ancak mahçup hissediyorum.

"olur, otururken çektiklerimize bakarız!" kafamı sallayarak onaylıyorum onu.

kısa süre içinde serinleyebileceğimiz bir yere geçip sipariş veriyoruz. jeongin başındaki başındaki şapkayı ve gözlüğünü çıkarıp masaya bırakıyor. onu ilk defa gözlüksüz gördüğümden garipsiyorum çünkü sahiden gözlüğün yakışıklı yüzünü örttüğünü anlayabiliyorum. çantasından bir mendil çıkarıp camlarını siliyor, sonra kafasını kaldırıp bana bakıyor. "ne oldu?"

"gözlüksüz garip geldi."

"gözlük kullanmayı sevmiyorum, yoruyor beni." diyor omzunu silkerken.

öğlen ayartması | hyuninHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin