ÖLÜ MAVİ

52 14 8
                                    


     Mavi... Sadece birkaç yıl öncesine kadar en sevdiğim renkti. Açığından koyusuna her tonunu içinde bulunduran, gökten gelen tertemiz imzasını denize en afilli şekli ile atan eşsiz bir renkti mavi... Denize bile, bir tonunun ismini veren bu muhteşem rengi görmek artık neredeyse imkansızdı. Çünkü artık deniz, tertemiz gökten gelen duru bir yansımayı taşımıyordu. Deniz mavisi kavramı kaybolalı yıllar olmuştu. Deniz artık griydi. Sadece gri...

     Son birkaç yılda çıkan savaşlar ve bu savaşlar neticesinde gökyüzüne karışan dev toz bulutları, ozon tabakamızın delinmesine ve sonuç itibariyle gezegenimizdeki canlı nüfusun günden güne tükenmesine neden olmuştu. Her gün görmeye alışık olduğumuz sıradan bir manzara olan gökyüzünde uçan kuşlar, ya da bir bahar mevsiminde ağaçlardan çıkan taze tomurcuklar artık sadece bir rüyadan ibaretti. Gökyüzüne karışan zararlı gazlar, hepsinin birer birer ölmesine neden olmuştu. Hatta yaşlı insanlar ve küçük çocuklar da bu zararlı gazların vücutlarında oluşturduğu tahribata dayanamamış ve birer birer hayata veda etmişlerdi.

     Hızla azalan insan nesli artık kendisini besleyecek toprak parçası bulamıyordu. Çünkü zehirli atıkların sebep olduğu bu iklim krizi hiçbir toprakta ürün verecek canlılık bırakmamıştı. Dünya'yı baştan sona saran ve bize yaşamamızı sağlayan gıdayı veren toprak artık yorgundu. Sadece toprak değil, deniz de bir köşeye çekilmiş adeta ölümünü bekliyordu. Çünkü denizin içerisinde bir tane bile balık kalmamıştı. Sürü halinde dolaşan ve suya girdiğimizde ayaklarımıza dokunan balıkları görmek ya da onları soframıza konuk etmek artık imkansızdı. Deniz artık, rengini mavi değil, grileşmiş gök tabakasından alan gri bir su kütlesinden ibaretti. Karaya gelecek olursak, sadece ben ve benim gibi sağlıklı sayılabilecek birkaç yüz bin insan kalmıştı Dünya üzerinde. Ancak biz de buna ne kadar devam edeceğimizi bilmiyorduk. Gökyüzü bize ihtiyacımız olan oksijeni veremiyordu. Tüm zehirli gazlardan uzakta durabilmek için yeni teknoloji bir çok mekanik desteğin yardımı ile yerin altında bulunan tünellerde hayatımızı devam ettiriyorduk. İklim krizinin başında Dünya'daki tüm marketlerden alınan konserve yiyecekler ve bütün ağaçlardan toplanarak derin dondurucularda tutulan sebze ve meyve stokları kritik seviyeye gelmişti. İçecek ihtiyacımızı kuyularda bulunan sulardan karşılıyorduk ancak yiyecek olmadan ne kadar dayanabilirdik ki...

     Üzerinde yaşamımızı sürdürdüğümüz bu gezegende mevcut varlığımızın devam etmesi için bir çözüm üretmeliydik. Başka bir gezegende yaşam ihtimali de çözüm değildi bana göre. Çünkü bu gezegen, bize yaşamamız için yeterince imkan sağlamıştı. 4'te 3'ü sularla çevrili, verimli topraklara sahip bu güzel gezegeni bu hale getiren bizlerdik. Eğer hayata bakış açımızı değiştirmezsek bir başka gezegene gitmek de çözüm olmayacaktı. Bu şekilde orayı da yaşanmaz hale getiren yine insanoğlu olacaktı. Bu sebeple hala elimizdeyken içinde yaşadığımız bu gezegen için bir şeyler yapmak zorundaydık.

     Ancak maalesef bu, sadece ben ve benim gibi düşünen birkaç azınlığın fikriydi. İnsan nesli azaldıktan sonra yer altında yaşayan birkaç yüz bin insanı idare etmek için kurulan Dünya Konseyi ve onun yönetimindeki başkanı kesinlikle bizim gibi düşünmüyordu. Konsey başkanının ismi Bayan Olivia idi. Uzun boylu, sivri yüzlü, esmer ve kesinlikle uzlaşmacı olmayan bir kadındı. Onu bu makama getiren de insancıl olması değil, iklim krizi sonucu yer altında yaşamın devam etmesini sağlayan yaşam tünelleri projesinin sahibi olmasıydı.

     Bayan Olivia'ya göre, artık bu Dünya boş ve geri döndürülemezdi. Bunun için yeni bir gezegende yeni bir yaşam kurulmalıydı. İşte sırf bunun için bir rota oluşturmuş ve birkaç gezegende yaşam kırıntıları aramak üzere ben de dahil olmak üzere 4 kişilik bir astronot heyeti görevlendirmişti. Biz de insanlığın geleceği için bu görevi kabul etmek durumunda kalmıştık. Dedim ya, sadece ben ve benim gibi düşünen bir azınlık bu Dünya'yı geri dönüştürebileceğimizi düşünüyordu. Diğer çoğunluk, bir an önce yeni bir gezegende yeni bir yaşam bulmayı amaçlıyordu. İşte ben de şu anda bu çoğunluğun kararı ile uzaya gitmek üzere olan bir uzay gemisinin içinde diğer astronotları bekliyordum halsiz gün ışığının grileşmiş gökyüzüne süzülüşünü izlerken.

     Bakışlarımı, kapıdan içeri süzülen bir "Merhaba" sesi ile pencereden uzaklaştırdım. Türkçe bir kelime duymayalı çok olmuştu. Mevcut iklim krizi sadece birkaç yüz bin insana hayat şansı sunmuş ve o birkaç yüz bin insan da ortak dil olarak İngilizce'yi benimsemişti. Gülümseyerek "Merhaba" diye karşılık verdim. Karşımdaki adam; uzun boylu, mavi gözlü, kumral bir adamdı. Yaşlarımız yakın gibiydi. Üzerinde tıpkı benim üzerimde olduğu gibi bir astronot kıyafeti vardı. "Ben şansımı denemek için Türkçe konuştum. Ama ne güzel. Demek bu dört kişilik heyetten ikisi Türk öyle mi?" diye gülümseyerek yanıma yaklaştı ve aklımdan geçen sözcüklerin aynısını bana tekrarladı. "Biliyor musun Türkçe bir kelime duymayalı çok oldu. Yani artık düşüncelerim bile İngilizce şekilleniyor diye şartlamıştım kendimi. Bu arada tanışalım ben Ege" dedi.

     Yorgun kehribar gözlerimle ona gülümsedim. "Umarım bir başka gezegende yeni bir hayat bulabiliriz de insanlığın geleceğini kurtarabiliriz.Ben de kendimi tanıtayım. Benim ismim Deniz" dedim. O sırada karşımdaki adam gamzeli bir gülücük fırlattı ve, "Ege Denizi yani" dedi. "Ne demek istiyorsun?" dedim söylediği cümleyi anlamlandırmaya çalışarak. Ege, "Yani ikimizin ismini bir araya getirince Ege Denizi oluyor ya onu demeye çalıştım. Keşke hala yerinde dursa ne güzel olurdu. Ah o Ege kıyıları, bin bir güzellikteki adaları, denizin maviliği,martılar... Hepsi hayal artık şimdi" dedi. O sırada içeriye iki astronot daha girdi. Girer girmez "Hello" diye seslendiler. Demek ki bu astronotlar Türk değildi. Sonra kendilerini tanıştırdılar. Karşımızdaki kız; biraz kilolu, kahverengi gözlü ve beyaz tenliydi. Adının Jessica olduğunu ve İngiliz olduğunu söyledi. Onun yanındaki esmer, gözlüklü adam ise İtalyandı. Adı ise Marcio'ydu. Heyet tamamlanmıştı ve artık yeni bir gezegen aramak için uzay gemisi havalanmak üzereydi.

     Uzay gemisi havalanmak üzereyken geminin holünde bulunan ana ekran panosundan Bayan Olivia'nın görüntüsü yansıdı. Bize yapmamız gereken görevleri anlattıktan sonra gemide ufak bir problem çıktığını ve havalanmamızın iki saat sonra gerçekleşeceğini bildirdi ve ekran kapandı.Sonra bir anda ekran yeniden açıldı ve Bayan Olivia ile yardımcısı arasında düşük sesli bir konuşma gerçekleşti. Bayan Olivia yardımcısına, "Bir sorun çıkarsa Amazon Nehri kıyılarındaki gözlem evine gidersiniz. Biz bu kadar büyüklükte bir mekanik düzeneği zaten b planı diye yaptık" dedi ve ekran yine kapandı. Ses o kadar kısıktı ki ben de dudaklarını okuyarak anlayabilmiştim. Ancak diğerleri, o sırada havalanmanın gecikmesi konusunda konuşmaya dalmışlar ve bu konuşulanları duymamışlardı. Herhalde konsey ile alakalı yönetimsel bir plandır diye düşündüm ve ciddiye almadım.

     O sırada Jessica, "Hadi gelin bari. Arızanın giderilmesini beklemek durumunda olduğumuza göre, şu ilerideki bekleme odalarına gidelim. Orası çok rahata benziyor" dedi. Biz de hep beraber geminin içindeki bekleme odalarına gittik ve konuşmaya başladık. Jessica ve Marcio daha önce de yeni bir yaşam için gezegen aramak üzere görevlendirildiklerini ancak yakınlarda yaşamaya elverişli bir gezegen olmadığından bahsettiler. Bu sefer daha da uzağa gideceğimizi ancak umutlarının olmadığını söylediler. Ege, "Zaten bulsak ne olacak ki? Önemli olan düşünceleri, yaşayış tarzını değiştirmek. Bu Dünya kendi kendine bu hale gelmedi. Onu bu duruma sokan biziz. Bugün bu gökyüzünde bir tane kuş uçmuyorsa, biz sığınaklarda oksijen desteği almadan yaşayamıyorsak, hatta gökyüzünün mavisinden eser kalmadıysa bunların hepsinin suçlusu insanoğludur Dünya değil. Onun için aslında içinde bulunduğumuz gezegeni kurtarma şansımız olsaydı keşke" dedi.

     Bir anda kafamı ona çevirdim. Ege de benim gibi düşünen azınlıktandı. Daha da güzel tarafı Jessica ve Marcio bir önceki heyette de yer aldıklarından yeni bir gezegen bulmak için yapılan bu çalışmaları anlamsız buluyorlardı. Onlar da kendi gezegenimizi kurtarmak için bir şey yapmak arzusunda idiler. Benim için geriye yapılacak tek bir şey kalıyordu. O da, her ne kadar başta birbirinden farklı görünsek de aslında bir araya geldiğimizde anlamlı çıkabilecek bu dört parçalı legoyu birleştirmekti. Onları ikna edecek ve Dünya'yı kurtarabilmek için bir şeyler yapmaya çalışacaktım. Evet bunu başaracaktım.

ISSIZ MAVİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin