3

7 1 8
                                    

The Beach, The Neighbourhood.

"Yani ikiniz sadece arkadaşsınız öyle mi?"

"Nasıl olabilir, yani şimdi hiç sevgilik gibi şeyler olmadı mı aranızda?"

"Aynen, hiç flört falan da mı olmadı?"

"Olmadı diyorum ya, hem siz hiç mi yakın arkadaş görmediniz?" dedi Jungkook. Bu saçma sohbetin başından beri sessizdim, açıkçası bize etiket takmaya çalışan bir avuç asalak hiç mi hiç umrumda değildi. Umarım son ders bir an önce başlardı, çünkü artık buna katlanmak zordu. Jungkook hâlâ kendini açıklamaya çalışırken göz devirdim. Jungkook son zamanlarda garip hissettiriyordu, lise başladı başlayalı bir garipti. Her şeye, özellikle bize söylenilen o şeylere, çok takılıyordu. Normalde böyle biri değildi, aramızda daha önce hiç böyle bir şey söz konusu bile olmamış, hatta bu ondan o anlamda uzak durmamı sağlamıştı. Bize daha önce bu tarz şeyler o kadar çok söylenmişti ki artık saymayı bırakmıştım ama hiçbirinde Jungkook bu kadar sorun etmemişti. Artık bir şeyler farklı gibiydi ve ben bunu çok önemsiyordum.

Eve gittiğimde Jungkook'la sıcacık bir mabede çevirdiğimiz yatağımı soğuk buluyordum, onun sıcacık kollarının arasında yatarken üşüyordum. Ben onun sayesinde dünyanın öbür ucunda buz dolu bir küvetin içinde yatarken bile sıcak hissedeceğimi biliyordum önceden, şimdi ise cayır cayır yanan bir sobanın içinde nasıl ısınacağımı düşünüyordum.

Sebebi biliyordum, sebebi bilmiyormuş gibi yapıyordum. Yorulmuştum. Bugün yine eve birlikte gidecektik, yolda hiç konuşmayacak, hiç yarışmayacaktık. Eve gittiğimizde sessiz sessiz ödevlerimizi yapacak, annem bizi yemeğe çağırdığında yemek yiyecek, aynı yatağa girecektik. Ama artık eski yuva hissini hissedemeyecektim. Ben neden böyle olduk, neden üşüyorum, diye düşünürken; o duygularıyla savaşacaktı. 14 yaşındaki çocuklar için dünya gerçekten adil değildi, özellikle kendinizi yeni keşfederken en yakın arkadaşınızla yakıştırılıyorsanız. Üstelik bu ilk kez de olmuyordu ama bu farklıydı, bu sefer gözünü korkutan bir şeyler vardı, içimizi acıtan bir şeyler. Birini gerçekten sevmek korkutucuydu ve bunun için kimseyi suçlayamazdınız.

Saatler geçip eve gitme vaktimiz geldiğinde ikimizde konuşmadık. Bu ilk değildi ve son da olmayacaktı ama farklı hissettiriyordu işte. Böyle olmaması gerekiyordu. Böyle hissetmek bize göre değildi. Biz en kötü günlerde bile birbirmizi güldürür eğlenirdik. Biz kaderi bulan iki kişiydik ve bu bizi hiç endişelendirmemişti.

Başımı Jungkook'a doğru çevirdim. Yüzü bir tanrının eskiz defterlerinden çalınmış gibiydi. Büyüdükçe daha da yakışıklı oluyordu. Onu her gördüğümde nasıl bu kadar yakışıklı olduğunu düşünüyordum.

Sessizce eve vardık, her şey dediğim gibi oldu. Neredeyse hiç konuşmadık, yemek yedik, ödev yaptık ve annemin Jungkook'a yatak hazırlamasını bekledik.

Annem yatağı hazırladıktan sonra ben yatağa girip Jungkook'un tuvaletten çıkmasını, gelip yanıma yatmasını bekledim.

Jungkook tuvaletten çıktığı gibi ışığı kapatıp bana doğru yürümeye başladı, gülümseyerek gözlerine baktım. Bana gülmedi.

Jungkook bana gülmedi.

Bozulmadım.

Yanıma gelip alnıma bir öpücük kondurdu,

"İyi geceler Jeonggukie." dedim mutluca.

"İyi geceler Taehyung." dedi ve yanıma yatmasını beklerken yer yatağına gitti.

"Jungkook, yanıma gelmeyecek misin?"

"Yorgunum Taehyung, başka zaman." diye yanıtladı beni ruhsuzca. Cevap vermedim. Ona ne yapmıştım anlamıyorum, ona ne olmuştu anlamıyorum.

Tamam, belki okulda bize iyi bakılmıyor olabilirdi. Benden uzak kalmak isteyebilirdi ama şimdi evdeydik. Yalnızdık, sadece ikimiz vardık. Neden uzak kalmaya devam ediyordu ki?

Anlayamıyorum,

anlayamıyorum,

ANLAYAMIYORUM.

Gözlerimin dolduğunu hissettiğimde gözlerimi kapattım. Kendimi karanlığa bırakıp vücudumu kontrol etmeye çalıştım, ben üzgündüm. Ben gerçekten daha önce hiç bu kadar üzülmemiştim. Bir hikaye hatırlamaya çalıştım, zihnimin derinliklerinden bir fındıkkıran çıkageldi.

Güneşli, cıvıl cıvıl bir yaz günü küçük bir oğlan çocuğu sahil kenarına gelmiş kumdan kaleler inşa etmişti. Oğlan çocuğunun favorisiydi bu kuleleri yapmak, üstelik bunlar sıradan kuleler değildiler. Tüm dalgalara dayanıklı kulelerdiler, o oğlan çocuğundan başka kimse yıkamazdı o kuleleri. Gel zaman git zaman kuleler asla yıkılmadı, üstünden yirmi yıl geçmesine rağmen kuleler hâlâ yeni yapılmış gibiydi. Artık her yerde bu kuleler konuşuluyordu. Kulelerin gizemi insanların o kadar çok ilgisini çekmişti ki neredeyse turistik bir bölge haline gelmişti orası. Birçok defa araştırmaya alınmış ama bir avuç kumdan başka hiçbir şey bulunamamıştı. Kimsenin bilmediği bir şey vardı, bu kumdan kalelerin içinde yaşayan Yıldız halkı. Her gece herkes gittikten sonra ortaya çıkar, birlikte şarkılar söyler, dans ederlerdi.

Yine Yıldız halkının şenlik yaptığı bir gece, Fındıkkıran'ın yolu oraya  düştü, sahibi artık onu sevmiyordu, yaşlanmıştı ama yine de kalmıştı. Yirmi yıl önce denizden çıktığı belli olan bir çocuk onu gördüğünde almak için ailesine ne kadar dil dökmüştü, ne kadar ağlamıştı. En sonunda ailesi dayanamamış bizim Fındıkkıran'ı satın almıştı. Çocuk o kadar mutlu olmuş, o kadar parlak gülümsemişti ki Fındıkkıran onu bu zamana kadar asla terk edememişti. Ne kadar kötü davranılırsa davranılsın. Ama en sonunda o küçük çocuk artık büyümüştü ve ağzından "Bu oyuncakları çatı katına kaldırma vakti geldi, gereksiz yer kaplıyorlar." sözü çıkmıştı.

İşte! Fındıkkıran buradaydı, kulelerin önünde, dans eden yıldızları izliyordu. Yıldızlar onu gördüğü gibi onun kusurlarıyla büyülendiler. Dizinden aşağısı kopmuş olan sol bacağı, eskimiş giysileri, karışmış saçları ve bazı yerleri çıkmış boyası onlar için eşsizdi. Yirmi yıldır böyle güzel bir şey görmemişlerdi.

Onu aralarına aldılar, hikayesini dinlediler birlikte güldüler ve birlikte ağladılar. Yaşlı Fındıkkıran hayatında ikinci kez bu kadar mutlu oluyordu. Sevgi ona kopmuş bacağının acısını bile unutturmuştu. Yıldız Halkı durmadı, Fındıkkıran'ı kralları yaptılar. Fındıkkıran'ın mükemmel olmadığının ve kusurlarının olduğunun farkındaydılar ama o özeldi. Hiç kimse onun kırıldığı gibi kırılamazdı, hiçbirinin boyası onunki gibi soyulamazdı, hiç kimsenin kalbi onunki gibi atamazdı.

Fındıkkıran ve Yıldız halkı mutluydu, beş yıl boyunca huzur içinde yaşamış, her gece şenlikler yapmış, kusurları kusursuz olan krallarıyla çekinmeden sohbet etmiş, eğlenmiş, birlikte sorunlarını çözmüşlerdi. Ta ki o felakete kadar. Dalgalar o gece hiç olmadığı kadar hırçın, gökyüzü huzursuzdu. Bir grup adam sörf yapacaklardı, havaya hiç mi hiç aldırmıyorlardı. Adamlardan biri Yıldız halkının kulelerinin üstünden atladı, Yıldız halkı hayretler içindeydi. İkincisi ise kulelere takılıp yere düştü. Hep birlikte gülerek onu kaldırdılar.

Ve üçüncüsü de ilk ikisiyle aynı yolu seçti. Koşmaya başladı, o koştukça rüzgar daha hızlı esti, dalgalar daha da hırçınlaştı. En sonunda kulelere yaklaştı, üstünden geçeyim derken ayağı takıldı. Adam düşmedi, yıllardır yıkılmayan kuleler bir çırpıda tuzla buz oldu.

Fındıkkıran dehşet içinde kenara savruldu, koşarak giden ve yuvasını mahveden bu adamı hemen tanıdı, bu onun sahibiydi, bu onu markette görüp almak için ağlayan, gülüşü kendinden parlak olan o oğlan çocuğuydu. Gözyaşlarına engel olamadı Fındıkkıran, halkı ölmüştü. Sahibi oradaydı, yarattığı bu halkı bir çırpıda öldürmüş, üstelik kalbi kırık olan Fındıkkıran'ın yokluğunu varlığına bir tutmuştu.

Bir zamanlar olduğu o küçük oğlan çocuğu bunları bilseydi, bırak arkadaşlarının yanında gülmeyi, Fındıkkıran'ına sarılır ağlardı.

❻❶❷

"Swim with me. I think I can see the beach. Just don't look underneath us. I need you here with me but we're out in the open."

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Aug 19 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

close, taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin