..
"Bereketlerimi sana sonsuza dek bahşedeceğim çocuğum.
Şimdi, bu gücü kendini korumak için kullan.
Mücadeleye adım at.
Savaşın alevleri ülkeyi yok edinceye kadar,
Bedenleri yanana kadar.
Seni sonsuza dek kutsayacağım."..
Güney Kore, 1952Ordu Komutanı Teğmen Jeon Jeongguk.
Elimde tuttuğum kılıca sıkıca sarıldım. Daha yeni bilenmiş olan kılıç ayna gibi parlıyordu. Önümde tuttuğum kılıcın yüzeyine baktığımda ise korkuyla dolu olan gözlerimle karşılaşmıştım.
Karşımda duran eğitmenime baktığımda derin nefes almıştım. 1 yılı aşkın süredir savaş devam ediyordu. Genç, yaşlı, öğrenci demeden herkesi askere alıyor, onları savaşa çıkmaları için hazırlıyorduk.
Pozisyon aldığımda benden rütbece yüksek askere bakmıştım. Kılıçlarımız savrulurken çıkardığı çarpışma sesleri kulaklarıma çığlık gibi işliyordu. İkimizde iyice yorulduktan sonra kılıcı boynuna yaslamam ile aramızdaki mücadele bitmişti.
"Jeongguk, oldukça geliştin. Sana bunları ben öğrettim fakat boynuz kulağı geçermiş derler. Seni ordunun başına atamak oldukça yerinde bir karardı." Hafifçe gülümseyip eğildiğimde kılıcımı geri yerine koymuştum. Yorgun düşen vücudumla ayaklarımı yere sürte sürte gidiyordum kaldığımız çadıra doğru.
Savaş alanından sadece 2 kilometre gerideydik burada eğitimler oluyor ve yeni askerleri eğitip savaş meydanında çıkıyorduk. Bana verilmiş olan yatağa oturmuş kılıcımı yanıma koymuştum.
Sarmaşık işlemeli olan bu kılıç ilk rütbemi aldığımda yapılmıştı. Özel bir güç gibiydi bu kılıç, çünkü ne zaman elime alsam ilahi bir güç bana yardım ediyor gibiydi.
Köylülerin kanıyla ay ışığında dövülmüştü bu kılıç her ayrıntısı haftalarını almıştı kılıç ustalarının. Derin nefes almış ellerimi yüzüme koyup ovuşturmuştum. Çadıra daha ergenliğe bile girmemiş olan bir çocuk girmişti içeri.
Hiçbir yeri bilmiyor gibiydi, korkulu gözleriyle etrafa bakınıyordu. Elinde tuttuğuna -ne olduğunu göremediğim- bakarak bir şeyler mırıldanıyordu. "Hey, senin ne işin var burada çocuk?" Beni görünce koşar adım yanıma gelmiş önümde durmuştu. Tam konuşacağı sıra boynumda duran kolyeyi görmüş küçük parmaklarıyla ona dokunmuştu.
"Tanrı bizi kutsayacak değil mi?" Daha adını bile bilmediğim bu çocuğun söyledikleri şaşırtmıştı aslında. "Tabii ki" Elini yavaş yavaş açtığında içerisinde benim ki gibi olan haç vardı. "Her zaman yanımızda olduğuna inanıyorum." Başka bir asker içeriye girdiğinde hemen o askerin yanına gitmişti. "Komutanım özür dilerim, iki dakika arkamı dönmemle kayboldu."
"Sorun değil asker." Çocuğu da alıp gittiğinde derin nefes alıp vermiştim. Aklıma doluşan eski anılarım yüzümde küçük bir tebessüme sebep olmuştu. Yastığımın altında olan sigara kutusundan bir tane alıp kibritle yakıp kenara oturmuştum.
..
"Son kez. 10 tekrar." Soğuk hava koşullarına dayanmaları, kaslarının erimemesi ve daha çok güçlenmesi için oldukça rüzgarlı bir günde antrenman yaptırıyordum. Eğer askerler kaybolur ve ya kaçırılırsa soğuk hava koşullarına dayanıklı olmalıydı.
Gökyüzüne baktığımda bir karartı kaplamıştı içimi. Kara bulutlarda gözlerimi gezdirdim, karabasan misali tüm enerjimi çekip almıştı. Yüzüme bir damla yağmur düştüğünde başımı askerlere çevirmiştim.
Herkes yorgunluktan harab olmuşken yağmur altında onları çalıştıramazdım, askerlere ihtiyacımız vardı, veremden ölmelerine değil.
"Ayağa kalkın!" Herkes birden ayağa kalktığında ellerimi arkadan bağlamıştım. "Bugünlük bu kadar yeter, çadırlarınıza geçin!" Saygıyla eğildiklerinde gitmişlerdi. Üniformamı düzeltmiş karşıdan gelen Üsteğmeni görmemle asker selamı verip bana gelmesini beklemiştim.
"Komutan Jeon. Askerler nerede?" Gözlerimi ona çevirdiğimde havaya bakıp tekrardan ona bakmıştım. "Hava şartlarından dolayı çadırlarına gitmelerine izin verdim üsteğmenim. Askerlere ihtiyacımız var hasta olmalarını istemem." Anlar gibi başını salladığında saygıyla eğilip çadırıma gitmiştim. Diğer birlikte kaldığımız askerlerle iyice arkadaş olmuştuk.
"Komutanım hoşgeldiniz." Herkes saygıdan ayağa kalktığında yerlerine oturmalarınk istemiştim. Çadırda bulunan sobayı yakarken askerler kendi aralarında konuşuyorlardı. Sobayı yakmış geri yerime oturmuştum.
"Üsteğmen çok sert birisi, çok sert görevler veriyor bana." Arkadaşları onu susturmaya çalışırken herkes korkuyla bana bakıyordu. "Arkadaşınız doğru söylüyor. Ben de pek sevmiyorum kendisini. Başkasının yanında söylemeyin bunları sadece." Askerler olumlu anlamda başlarını salladıklarında üstümü değiştirmek için kenarda bulunan kabine girmiştim.
Daha rahat bir şeyler giydiğimde üniformamı düzgünce kenara bırakmış askerlerin muhabbetlerine katılmıştım. Arada dalıp gidiyor neler olacağı hakkında en küçük bile olsa bir şey bulmaya çalışıyordum. Dışarıda yağmur iyice yağmaya başlamışken yatağıma geçip uzanmıştım.
Düşüncelerim ile iyice boğuşurken önümde yanan sobanın dışarı çıkan ateşini izliyordum. Askerlerin uğultusu dışarıdaki gök gürültülüleriyle birleşiyordu. Hepsi olağan dışı geliyordu bazen bana. Vücudum buz gibiydi, üşüyordum. Soba atılan yeni odunlarla daha fazla yanmaya başlamıştı fakat benim buz kütlesi gibi olan kalbimi eritememişti.
Silik hatıralar yansıyor gözüme, hafifçe gülümsüyorum. Ruhumun yarası acıyor, kapalı olan gözlerimi daha çok sıkıyorum. Çığlık atmak geliyor içimden, bağırmak. İçinde olduğum durumdan feragat etmek istiyorum. Bir burukluk vardı içimde, genzimi yakıyordu. Fakat benden başka herkesin dünyası dönüyordu.
Dalmıştım uykularıma, kabuslarıma. En diplerde kendimi arıyordum, kendimi bulabilme çabasıyla. Buz gibi suya atlamış gibi hissediyorum, hem çok üşüyor hem de cehennem ateşinde yanıyor gibiydim.
..
Soğuk bir sabaha açmıştım gözlerimi. Üstümü iyice örtmüş kendime gelmeye çalışmıştım. Ayağa kalktığım da üniformamı giymiş çadırdan dışarıya çıkmıştım. Askerler hala uyuyorlardı. Bu birliği yöneten Tuğgenerali görünce saygıyla eğilmiştim.
50lerinde olan bu adam gerçekten hem dinç hem de genç gösteriyordu. Önümde durduğunda gözlerine bakmıştım. "Teğmen, bugün kahvaltı erken olucak. Askerleri uyandır." Başımı salladığımda gitmişti. Tekrar içeri girmiş derin nefes almıştım. "Koğuş kalk!" Herkes yatağından doğrulduğunda yere inmiş ayılmaya çalışmışlardı. "Biriniz nerede sizin?" İçeriden gelen asker acele ile diğerlerinin yanında durmuştu. "Bugün kahvaltı erken olucak. Giyinin ve yemekhanede buluşalım. "
Dışarıya çıktığımda yakınımızda olan gölün oraya gittiğimde çevresinde geziniyordum. Belimde bağlı olan kılıcımda elim dururken yavaş adımlarla yürüyordum. Eğilmiş parmağımı suya sokmuştum. Oldukça soğuk olan su parmağımı dondurmuştu bile.
O sırada omzumda keskin bir acı hissettim.
Omzuma aniden hançer girdiğinde iki dizimin üstüne düşmüştüm. Ellerim suyun içerisinde dururken zorla ayağa kalkmış arkama bakmıştım. Elimi omzuma götürmüş saplanan hançeri çekip çıkartmıştım. Ağzımdan inilti dökülürken geri birliğe doğru hızlı adımlarla gidiyordum.
Gözlerim iyice kararırken çardırların oraya gelmiştim. Dışarıda olan askerlerin gözü bana dönerken elimde ki hançer kayarak yere düşmüştü. Bir kaç adım attıktan sonra ise yere yığılmıştım.
Omzumdan akan kanlar yeri ıslatırken boğuk sesler telaş içerisindeydi. Zar zor nefes alırken, yerden kaldırıldığımı hissediyordum. Fakat sonrası benim için bir bilinmezlik taşıyordu.
..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dark paradise-taegguk
FanfictionEskiden arkadaş olan çocuklar büyümüş birbirleriyle ülkeleri için savaşmaya karşı karşıya kalmışlardı.