upuzun o kumsalda yürüyorum şimdi, aklımdaki zelzeleler rüzgarın saçlarımı yavaşça okşamasıyla daha da büyüyor gibiydi. yüzümün bakmasam da oldukça solgun olduğunu biliyordum, hissediyordum daha doğrusu. 365 gün önceden kalan o yara izi kapansa da hala varlığını ve acısını yüzümde yayıyordu. 8766 saat, 365 gün, 52 hafta, 12 ay, 1 yıl.
uzun meltemler saçlarımı karıştırdıktan sonra yüzüme ve gözümün hemen altından başlayıp hafifçe burnuma ilerleyen yaraya dokunuyordu. dokunuşu asla o kadın gibi olmazdı, ama bilmiyordu ki zavallı esinti. o kadının dokunuşunu, bakışını ve daha fazlasını asla tanımlayamazdım. genç aşıklar nasıl der bilmem, belki onun yanaklarından esinlenen pamuk şekerlere, belki de onun tenini kıskanan bulutlara, belki de yıldızların imrendiği ışıltılı gözlerine benzetirler. ama o kadının benzetilmeyecek kadar kusursuz olması benim suçum değildi.
kumsaldaki tozlar, kumlar, deniz kabukları. hepsinden nefret etmek istiyordum. denizden, kayalıklardan, şarkılardan, dondurmalardan, uykulardan, aşktan... ama o seviyordu işte, onun sevmesi her şeye bedeldi. sadece onun için seviyorum hepsini, her zerreyi. sevmediklerini ise hiç sevmiyorum. çünkü o geri gelecek, biliyorum. onun sevdiklerini yapacağız bir bir, gelecek ve bana sarılacak, beni uzunca öpecek, hissediyorum.
kumsalın sonundaki kayalıklara varmışım, yüzümdeki derin çizik yine yanıyor. sanki yine kanıyordu o günkü gibi, sanki oluk oluk akan kanı hissediyorum. sadece simamda hissettiğim söylenemez aslında. bedenimin her hücresine işlenmiş bu kızıl sıvıdan nefret ederdi. o nefret etti diye nefret etmek istiyorum ama beni kendine çekiyor bu damarlarımda beni tutan şey. onu tek bir şeyde aldatmış oluyorum sanırım. nefret ediyorum bundan, onu aldatma düşüncesi yiyor beynimi.
kayalıklara çıktım usulca, dizlerim mi titriyordu? emin değilim, daha çok zevkten dört köşe gibi hissediyorum. aptalca. sanki asla bitmeyecekmiş gibi duran koca taşların en tepesine geldim, burası ne de tanıdıktı... bu manzara, bu çıkıntılar, yıllardır yeri değişmemiş olan kırık birkaç tahta parçası, o ses, o sima...
"sana, ne işin var burada?"
adım dudaklarından ne de güzel dökülmüştü, bir ahenk gibi. bahse girerim denizler bile bu denli ahenkte dalgalar oluşturamaz, bülbüller bu denli güzel şakıyamaz, en pahalı müzik aleti bile bu denli renkte sesler çıkaran bir melodi oluşturamaz.
"jihyo, buradasın sevgilim... geleceğini biliyordum, sen beni asla bırakmazsın ki zaten."
"sana o şey eline hiç yakışmıyor, bırak onu."
"elimde ne var ki jihyo?"
elime baktım, minik bir bıçak vardı. minik ama oldukça keskin, üzerinde biraz kan lekesi vardı. bu bıçağı ne zaman almışım ki ben? kendi kendime kahkaha attım, yüksek sesli bir kahkahaydı. kendi kendime güldüğümü sandım bir anlığına. sonra kayalığın uç noktasında beni bekleyen kadına bir adım attım titreyen dizlerim eşliğinde.
"ben seni kurtardım jihyo, hatırlamıyor musun? 29 aralık 2022 akşamında, ben seni kurtardım jihyo, bir yıl önce sen ölecektin, ben ise seni kurtardım!"
"onu yere bırak sana, yalvarırım yere bırak o bıçağı. kendine zarar vereceksin!"
"park jihyo! bu bıçakla kendini öldürecektin ve ben seni kurtardım, bu bıçak benim değil!"
"yüzünü boydan boya neden çizdin o zaman sana? benim yüzümden, ben ölecektim ve öldüm; senin yapacağın şey yaşamak sana! sen buna layıktın, ben ise ölüme."
''ben seni affettim sevgilim, beni daha da mahrum bırakma kokusunu dahi unuttuğum teninden."
"ölmemelisin, ben ölümleri sevmem minatozaki, sen de sevmediğim şeyleri sevmediğin için yaşamalısın, sen buna layıksın!"
"neden o zaman yaşamam için beni tutan pıhtıyı elimden aldın park jihyo!"
kahkahalarım sesli ağlamalara dönmüştü. hıçkırarak ağlıyordum. karşımdaki kadını şekilli omuzlarından tutup sarstım. ama dokunuşum o kadar hafifti ki, yokluğu sarsıyordum sanki. sonra önüne çöktüm ve daha şiddetli ağlamaya başladım. o ise tepkisiz, aynı şeyleri tekrarlıyordu.
"ben seni aldattım sana, sen ise hala bir aptal gibi bana aşıksın. bırak beni, onca güzel insan varken, onca iyi insan varken neden ben sana?"
kendi kafamda yanıtlayamadığım soruydu bu sanki, yine çok tanıdıktı, her şey öncede yapılmış bir yapboz parçaları kadar tanıdıktı, hepsi sırayla takılıyordu birbirine. sahi, ben neden onca insan varken jihyo'yu seçtim diye hiç düşünmedim ki? o her haliyle vardı ve ben de sadece deli divane sevdim. karşımdaki kadın bana titrek gözlerle baktı.
"n'olur sana, yaşa; benim yerime de yaşa. sen hakketmiyorsun burayı, bu ıssız boşluğu."
"yeter!"
ani çığlığımla beraber acılı bir inleme sesi de geldi kulağıma. karnımda o tanıdık his, bedenime çarpıyordu. gözlerim titreyerek ellerime indi, ikisi birden o minik bıçağı tutmuş ve kızıl tonlara boyanmıştı. ardından acıyla karışık daha da yüksek bir kahkaha patlattım. önümde duran kadın artık yoktu, hiç de az önce orada olmamış aslında, yeni fark ediyorum. ardından son nefesimle sanki o duyabilecekmişçesine birkaç cümle daha fısıldadım.
"elimden yaşam kaynağımı alıp sonra bana 'yaşamalısın.' demeye hakkın yok park jihyo. ama artık mutluyum, seni daha yakın hissediyorum sevgilim. sanki bir yıl öncesine gitmişim gibi, ama bu sefer ölen ben oldum sanırım. geliyorum sevgilim, daha mutlu yaşayacağız upuzun bir hayatta."
ve ardından son yapboz parçası daha farklı bir şekilde oturdu yerine, aynı olan son dokunuş ise gözlerin bendeni terk ederek hafifçe edebi uykuya dalmasıydı. son gördüğü sevdiği kadının silüetiyle karışık dalgaların köpürmesi, son çektiği nefes dalgalarla kumsalların karışan kokusu, son duyduğu ses ise birkaç çığlığın sonsuz denizle buluşması, son hissettiği ise kızıl sıvının ellerinde hâlâ dans eden meltemle yerle buluşmasıydı.
minatozaki sana, bir yıl önce kendisini aldattığını düşündüğü için gözlerinin önünde intihar ettiği sevgilisini böyle affederek onun kafasında dolaşan seslerini ilk ve son defa dinlemedi. ve bu kararın sonucunda sevgilisine onun gibi, onun kullandığı bıçakla ve onun kendini bıçakladığı yerden bıçağı bedenine saplayarak ona kavuştu yüzündeki gururlu gülümsemeyle.
-040624.