Saray çalışanım Amber'ın odama girmesiyle gözlerimi açtım. Orta yaşlı kadının " Günaydın majesteleri" diyen sesiyle gözlerimi ovuşturdum ve yerimde doğrulup ağrıyan boğazım ve kısılan sesimle " Günaydın Amber" dedim. Çalışan hemen önünde havada süzülen bir tepsiyle yatağın yanına kadar gelip açık pencerelere baktı ardından " Pencereler açık uyumuşsunuz sesiniz bu yüzden sesiniz de kısılmış. Kahvaltıda en güzel yiyecekleri hazırladım ama sanırım portakal suyunu sıcak bir içecekle değiştirsem daha iyi olacak" dedi ve parmağını hafifçe oynatarak bardaktaki sıvıyı çaya dönüştürdü.Derin bir nefes çektim içime ve çıktım yatağımın içinden, böylece hiç başlasın istemediğim bir güne ilk adımımı atmış bulundum. Tekrar, yine ve yeniden o noktada yaşanacakları ezbere bildiğim, her tekrarıyla biraz daha yitip gittiğim ve artık yaşamaktan nefret etsem çıt çıkarmadan devam ettiğim o döngünün başındaydım. "Teşekkür ederim" dedim kibar görünen ama aslında ruhsuz bir sesle beni tanıyan biri olsaydı anlayabilirdi öyle olduğunu belki de. bu sırada o tepsiyi kenardaki masaya kondurmuştu.
Kadın gülümseyerek " Rica ederim" dedi ardından kafasındakileri sıraya koymak istermiş gibi biraz düşündü ve “Saray meclisiniz geri döndüklerini söylememi istedi. Meclisiniz sizin için de uygunsa saat 09.00'da toplantı yapmak istediler. Baş yardımcınız da sizinle görüşmek istedi. Ayrıca yarından sonraki Gümüş Taç Balosu için hazırlıklar başladı ve tasarımcılar da sizinle konuşmak istiyor." diye sıraladı cümlelerini art arda.
"Pekala, saray meclisine taleplerini kabul ettiğimi, tasarımcılara da onlara 14.00'te görüşeceğimi, yardımcımaysa 1 saat onu sonra toplantı salonuna beklediğimi söyle" dedim sahte bir dik duruş ve resmiyetle. Amber başını hafifçe sallayarak "Peki majesteleri" diye cevap verdi. Banyoya doğru ilerlemeden önce " Başka bir şey yoksa çıkabilirsin" dedim ve kadın saygıyla başını eğip odamdan çıktıktan sonra kapıdan içeri girdim.
Aynanın karşısına geçip aslında ne kadar kötü durumda olduğumu gizleyen sihrin kalkanlarını indirdim ve yansımaya baktım uzun uzun. Ölü gözler, morarmış göz altları, kesik ve çiziklerle dolu kollar, soyulmuş tırnak kenarları, solgun bir ten; tam bir faciadan ibarettim. Muhtemelen birileri beni yolda görse tanımaz hatta korkar, koşarak uzaklaşırlardı yanımdan. Burnumun direği sızladı düşündükçe. Çünkü ben her sabah uyanmak için altında ezildiğim sorumluluklardan başka bir neden bulamıyordum kendime. Yeni bir güne gözlerimi açtığımda o günü yaşamak için en ufak bir istek kırıntısı bulamıyordum içimde.
Gözlerime gelen yaşları geri ittim ve tekrar hatırlattım kendime; ağlamak yok. sen öyle bir lükse sahip değilsin, bu sarayda değil. Şikayet etmeye, yakınmaya hakkın yok. Tamamen sahte bile olsa dik duracak, o gülümsemeyi konduracaksın dudaklarına, harika hissediyormuş gibi yapacaksın berbat halde olsan da. Çünkü sen düşersen her şey yerle bir olur, sen düşersen tüm düzen bozulur. Bu yüzden en çok sen dik duracaksın.
Yüzümü yıkadım ve tekrar kuşandım kalkanlarımı. Sadece yeterli olacak kadar yedim ne olduğuna bakmadan ve yine alışsam da hala nefret ettiğim o rahatsız elbiselerden koyu renkli birini giydim, çağırdığım çalışan saçlarımı tarayıp saçlarıma sabitlediği gümüş renkli bir taç kondurduğunda artık hazırdım ama öyle hissetmiyordum. Yalnız hissettiren bir kalabalığa karışmak, her gün görsem de yabancı gelen insanlarla konuşmak istemiyordum. İçimden gelen tek şey koşarak uzaklaşmak ve yorganın içine saklanıp herkesin gittiğinden emin olana kadar çıkmamaktı.
İçinde bulunduğumuz diyar baştan aşağı sihirle donatılmıştı ve her şey bu düzene göre oturtulmuştu. Herkesin an basitinden telekinezi yeteneği vardı, bu en alt kademedeki sihirdi ve bu kişiler genelde Amber gibi saray çalışanları olurdu ancak zorlama yoktu. Herkes ne yapmak istediğine kendisi karar veriyordu. Sihir yetenekleri gittikçe genişleyebiliyor ve artabiliyordu. Benim soyumda gelmiş geçmiş tüm yetenekler vardı çünkü kraliyetin ilk hükümdarı Tanrıça Hekate'ye dayanıyordu ve ben tüm bu yeteneklere sahiptim.