Hayat, biz planlar yaparken oyunlar oynar...
Çölde sabah olmuştu. Yumuşak kumun altındaki ızdırap çeken, yüzleri tanınmaz halde, öbür yaşamındaki gazabının omuzlarına yüklediği ağırlığı taşıyamayan günahkarların sessiz çığlıklarının, aşkı iki zincirli satılık kararmış kalplere dönüşmüş aşıkların beddualarının, iki dakikalık zevki için dostunu alçak edasıyla arkasından bıçaklayan kahpelerin timsah göz yaşlarının, aldatılmasına rağmen sızlayan kalbine söz geçiremeyen divanelerin gözünden süzülen gözyaşlarının, yanlış anlaşılmaların aralarına yüksek, ulaşılmaz bir duvar ören kalbi birbirine dikili ama ruhları birbirinden uzak iki dostun feryatlarının üzerine tarif edilemeyecek güzellikte, bakınca huzurun, kederin, özlemin aynı anda hissedildiği uçsuz bucaksız mavi bir örtü serilmişti.
Güneş her şeye rağmen yine kasıp kavuruyordu. Yıllardır kendini yolculuğa ve ticarete adamış en zengin tüccarların bile ellerinde çok az miktarda su kalmıştı. Herkes bu durumdan şikayetçi olsa bile kimsenin isyan etmeye cesareti yoktu. Çünkü eğer isyan ederlerse başlarına gelecekleri çok iyi biliyorlardı. Çöl sakinlerinin "hazretleri" olarak hitap ettiği çok zengin ama gözü dönmüş, mal mülk edası yüzünden herkesi ezen, bütün çöl halkının nefret ettiği ama bir o kadar da korktuğu bir hükümdarları vardı o kişi Âlemşah Balâ'ydı.
İsminin anlamı da kendisi gibi kasvete boğuluydu, ismi: Tüm dünyanın hükümdarı ve yüksek, üst anlamlarını taşıyordu. O en zalimiydi. Halkından vergi diye onca masumun çocuklarının rızkını kendi aleyhi için kullanırdı.
Çöl halkı Âlemşah hakkında hükümdar olmak için hiç çabalamadığını, birilerinin yardımıyla oralara kadar geldiğini, hiç bir şey için eğitim alıp haketmediğini, bu yolda tek bir emeğinin geçmediğini söylerlerdi.
Âlemşah zengin olmasına rağmen o kadar aptaldı ki ardından yapılan hiç bir dedikoduyu duymaz, anlamazdı. Onun için varsa yoksa güç, para, mal, zenginlik, kadınlar, köleler, cariyeleri ve içki vardı. Bu bile sadece buralara kadar kendi gelmediğinin bir göstergesiydi.
Âlemşah her zamanki gibi halkını darda bırakıyordu. Herkese yetecek kadar su olmasına rağmen sahip olduğu hiç bir bölgeye yeterince su göndermiyordu. Halk olur da soru sormaya kalkarsa, ya dövüyor, ya kan döküyor ya da "size fakirlerin, yoksulların halinden anlayasınız diye küçük bir imtihan yapıyorum. Bu dünya kimseye kalmayacak siz de yeri geldiğinde fakir olmayı yoksul olmayı bileceksiniz." Diyordu. Ama gelgelelim kendisi bırak yoksulları, fakirleri anlamaya çalışmayı yoksulların, fakirlerin yanında durmaktan bile acizdi.
Daha otuz yaşında dinç, yetişkin biri olmasına rağmen otuz yıla onca zalimliği sığdırıp bir tek adamlığı sığdıramamış aşağılık herifin tekiydi. Bakalım bu sefer ne hainliklerin peşindeydi.
Yaşlı şifacı yatağından ağır ağır kalktı, yatağının üstüne oturdu. Daha yeni uyanmanın verdiği uyuşuklukla, yerdeki halısının desenlerini incelerken gözleri dalıp dalıp gidiyordu. Dışından söylediğini zannettiği sözleri içinden geçirirken farkına bile varamamıştı. "Yeni bir gün,yeni yeni olaylar bakalım yine neler olacak. Bugün vergi günü iyi ki önceden kendi ihtiyaçlarımı erteleyip para biriktirmişim yoksa bu ay ki vergiyi ödeyemez, ödeyemezsem de canımdan olurdum. Tanrı bizi Âlemşah gibi zalimlerden korusun, onları hayatımızdan defetsin."
Yaşlı şifacı tam ayağa kalkarken tiz, çok yüksek bir kadın çığlığı duyuldu. Köydeki herkes ne olup bittiğini anlayabilmek için dışarıya akın ettiler. Çığlık çok yüksek olduğu için sesi duyan herkes sesin nereden geldiğini çabucak anlayabildiler. Ses: mor kapılı evin yani Tacide Hanım'ın evinin arkasındaki çalılıkların oradan geliyordu. Sese yönelen herkes koşabildiği kadar hızlı koşma çabası içindeydi. Halk çalılıkları geçtiği an hiddetle yerinde donup kaldı, herkes taş heykellere dönüşmüş gibi öylece duruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YALNIZ PRENSES
FantastikRuhlar dünyası her zamanki gibi huzurla yaşarken ve birlikteliğini sürdürürken gölge adında güçlü kötü bir ruh ruhlar dünyasını ele geçirmek için ruhların annesi olan Ophelia yı boşluğa kilitler ve ruhlar dünyasının anahtarını sahiplenir bu durumdan...