OLCAY
Hava kararmaya başlayana kadar durmamıştım. Tüfekli, tüfeksiz tüm hareketleri yaptırmış, pes edenleri kafamda elemiştim. Akşam yemeğine giderken elimde bir avuç asker kalmıştı. Eğitilebilecek, herhangi bir acil durumda çevikliğine, gücüne, sabrına ve 'ah' demeyişine güvenebileceğim, şehadet yoluna beraber yürümekten bir an bile pişmanlık duymayacağım bir avuç asker. Onlarında yarısından fazlası rütbeli personeldi. Bunların arasında Toprak'ın da olması benim için şaşırtıcı bir yenilikti. Neye hırs yaptığını ya da pes edecek gibi duran bedenine ne söyleyerek tekrar şaha kalktığını bilmiyordum ama itiraf etmem gerekiyordu ki etkilenmiştim. Terlemekle ilgili söylediği şeyin sadece benimle uğraşmak için olduğunu düşünmüştüm ama gerçekti. Eğitim bittiğinde saç diplerindeki minicik nem hariç her yeri kupkuruydu. Bu bir rahatsızlık olmalıydı. Hararet yapan bedeni onu bir şekilde boşaltamadığında ne olurdu?
Daha da yanardı.
Sanırım bunu baskılamak adına duş girmek istemişti. Mehmetçiklerin hepsi 'Akşam yemeğine kadar hazır ol' emri için duşlara koşmuştu. İkişer üçer sırayla, bazen de bir duşa iki kişi birlikte girerek üzerlerindeki teri akıtıyorlardı. Rütbeli personelin tarafında daha az kişi olduğu için Toprak'a öncelik tanınmıştı.
Deli ile hala tek bir kelime dahi konuşmamıştık ama yaptırdığım eğitim üzerindeki öfkeyi tamamen sıyırıp atmış gibi görünüyordu. En azından yüz yüze geldiğimizde gözlerini kaçırmak yerine selamını veriyordu. Yine de sessizliğinde ısrarcı olması Deli'lik bir hareket değildi. Fakat bunun üstüne gitmek için en azından akşam yemeğinin bitmesini bekleyecektim.
"Yarına her yerleri et kesecek."
Barış'ın yemekhane sırasındaki askerlerine bakarken ki acısı bir annenin yüreğinden çıkacak kadar büyüktü. "Senin suçun," diyerek parmaklarımla masanın üzerinde ritim tutmaya başladım. "Bu eğitimlerinin iki katına çıkmış halleriyse..." cümlemin devamını getirmedim. Çünkü bugün yeterince insanın içinden geçmiştim. Barış'ın tasrif etmez bakışlarını üzerimde hissediyordum.
"Çok zorladın."
Miskin bir tavırla başımı devreme çevirdim. Etleri de kemikleri de senin demişti? Şimdi sitem mi ediyordu? "Eğitim dediğin böyle olur." Dudaklarının kenarına ufak bir gülümseme yerleşti. Tamamen sahteydi. Öfkesini gizlemeye çalıştığı bir maskeydi bu.
"Özel kuvvetler eğitimi."
Doğruydu. Bugün fazlasıyla sınırları aşan hareketler yaptırmıştım. Bu benim alıştığım bir şeydi. Bu meslekle alakası olmayan bir kadın bile pes etmediyse askerlerinin 'ah' demeye bile hakkı yoktu. Acı vericiydi tüm gün izlediğim manzara. Gençlerimiz nasıl bu kadar ham olabiliyordu? Hayır, baba ocağında da mı hiç spor yapmamışlardı?
"Komutanım izninizle."
Gözümün bir yerden ısırdığı asker elindeki tepsiyle karşıma dikildi. Yakalığındaki isme baktım. 'Soylu' Yemek dolu tepsiyi, diğer iki arkadaşı gibi masaya bıraktı. Bu elimdeki bir avuç askerden biriydi ama hatırladığım başka bir yer olmalıydı. Zihnim onu nereden hatırladığımı bulmaya çalışıyordu. Fakat o kadar doluydu ki bir türlü çıkaramıyordum.
"Komutanım müsaade var mı?"
Yanımdakilere baktım. Hepsinin gözleri askerdeydi. Tekrar önümdeki askere döndüm ve başımı konuşması için salladım.
"Canımızı okudunuz bugün be komutanım."
Sesi, şivesi, rahatlığı bir puzzlen eşsiz parçalarıymış gibi zihnimde yerine oturdu. Hüseyin Ahmet Soylu, Kırklareli Lüleburgaz Düğüncübaşı köyü. Barış müdahale edecek gibi oldu. Masadaki elimi hafifçe kaldırarak durmasını işaret ettim. Tepsilerini masaya bırakan askerlerin hepsi dönmüştü ama Hüseyin tam karşımda mertçe dikiliyordu. Trakya kanı böyle bir şeydi. Akıllıyı delirtir, deliyi ulvileştirirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞEHADET
General FictionBu hikaye gerçek kişiler, olaylar ve mekanlar içermektedir. Mesleki gizlilikten ötürü isimlerde ufak kelime oyunları yapılmıştır. Lütfen okurken sadece kurgu gözüyle değil, yaşanmış olay örgüsüne bakın. Hikayenin çıkış noktası ilk bölümdedir. Keyifl...