Benim çaresiz hissettiğim zamanlarım çoktu. Uzaktan bakıldığında hiçbir şey yaşamamış küçük bir çocuk gibi görünebilirdim. Ama ailesini kaybetmiş biri ne kadar olgunlaşıyorsa, o kadar olgundum bende.
Bilmek her zaman güzel değildi. Anlamak sevinç vermiyordu her zaman. Çözmek aklı doyursa da ruha iyi gelmiyordu.
Buraya henüz 3 yaşındayken getirilmiştim. Büyükannem beni ilk sahiplenen kişiydi. Nasıl oldu, ne sebep oldu bilmiyordum ama etrafım benden farklı insanlarla doluydu. Getirildiğim küçük kabile çocukları dışında Asyalı kimse yoktu burada. Yaşadığımız küçük kasabada ki çiftlikte Sera işlerini yaparak sağlıyorduk geçimimizi. Bunları ne zaman düşünsem içim çekiliyormuş gibi hissediyordum. Yok edemediğim bir acı bedenimi sarmalıyordu. Hiç gibi hissediyordum. Hiçbir şey değilmişim gibi.
"Burada olduğunu biliyordum."
Baekhyun elinde tuttuğu yasemin çiçeğinin saksısını aramıza bırakıp yanıma oturdu. O da benim gibi ailesinden koparılmış çocuklardan sadece biriydi.
"Biliyorsun, bahçeyi düzenlememiz gerek." diye devam etti cevap vermeyince. Onun yüzüne bakmaya çekiniyordum çünkü ne zaman bana baksa üzgün olduğum zamanları biliyordu. Benden sadece 2 yaş küçüktü. Başımı usulca sallayıp kalkmaya niyetlendiğim sırada güzel parmaklarıyla bileğimi kavramış, kalktığım çimenlerin üzerine geri oturtmuştu beni.
"Yine düşünüyorsun değil mi?" diye sordu. "Luhan bırak artık. Onları hiçbir zaman bulamayacağız. Dünyanın öbür ucundayız Tanrı aşkına! İnternet denilen şeyin uğramadığı bu Tanrı'nın bile unuttuğu kasabada ne yapabiliriz ki? "
İstediğim, düşlediğim onları bulmak değildi. Bunu yapamayacağımın yeterince bilincindeydim. Sadece nasıl göründüklerini merak ediyordum. Annemin nasıl koktuğunu. Babamın saçlarının beyazlayıp beyazlamadığını merak ediyordum. Annemin yaptığı yemeklerin tadını, bir kardeşimin olup olmadığını. Gözlerimin dolduğunu hissedince bileğimdeki tutuşunu hafifleten Baekhyun'dan kurtulup ayağa kalktım.
"Çiçekler bizi bekler." diye cıvıldadım titrememesi için kendimi sıktığım kasıntı sesimle. "Gidip halledelim şu işi."
"Ben gübre işini halledeceğim, sende çiçekleri çiftliğin bahçesine taşı. Köklerine dikkat et ama-" Baekhyun işin ehliymiş gibi bir edaya bürünüp bana emirlerini vermeye devam ederken kolumu omzuna atıp onu kendime çektim. Henüz 14 yaşında olup böyle zeki olması beni korkutuyordu.
"Bücür, bu cılız kollarınla el arabasını nasıl taşıyacaksın?" Seslice gülüp Hara'ya doğru ilerlerken Baekhyun kolumu dürtükleyip ileride çizmelerini ayağına geçiren Sehun'u gösterdi. Sehun Hara'da Seyis olarak çalışıyordu ama onun çoğu zaman çiftlik sahibinin şehirden yeni gelmiş kızına at binmeyi öğretirken görüyordum.
O kabilemizdeki çocuklardan en büyüğüydü. 21 yaşındaydı. Baekhyun'a doğru omuz silkip ilerlemeye devam ettim. Sehun'un küçükken bana zorbalık ettiğini hatırlıyordum ama sonrasında iyi arkadaş olmuştuk. Çiftliğin çıkışındaki göleti bana o öğretmişti, tek başıma gidemeyecek kadar ürkektim küçükken.
Ama sonra bir şey oldu. Göletin kenarındaydık, Sehun gözlerini kısarak gülümsüyordu ve bende anlattığı şeye kahkaha atıyordum. Sonra belimden kavradığı bedenim onunla birlikte havada süzülmüştü. Sehun'un güçlü kolları beni savurtarak döndürürken yere kapaklanmıştık ve son hatırladığım şey dudağımın altını büyük bir taşa çarpmış olduğumdu. Aklıma gelen anıyla titrerken parmaklarım dudağımın altındaki küçük izi okşadı. O günden sonra daha önce Sehun'un bana zorbalık ettiğini gören Büyükannem onunla bir daha görüşmeme izin vermemişi. Sehun'da şeytan tüyü olduğunu söyleyip duruyordu hala.
"Ben gübreyi getiririm. Sen Sera'yı konrol et, gelince birlikte taşırız çiçekleri." Baekhyun kendisine düşen daha az iş gücünün sevinciyle hoplaya zıplaya çiftliğe girerken arkasından kıkırdayıp Hara'ya girdim. Sehun ortadan kaybolmamış olsaydı işim daha kolay olurdu ama bir anda gözden kaybolmuştu ve hazırladığı gübreleri aramak bana düşmüştü. Hara'da dolanmaya devam ederken duyduğum inilti sesiyle atmaya hazırlandığım adımımı geri çektim. Ortama dikkat kesilmiştim.
"Sana buraya ulu orta gelmemeni söylemiştim. Biri bizi görebilir." Sehun'un sert sesi hoş bir tınıyla Hara'yı doldururken konuştuğu kişinin kim olduğunu görmek için bir adım daha atıp atların konulduğu bölmeden kafamı uzattım yavaşça.
"Zaten evlenmeyecek miyiz? Biliyorsun, bir hafta sonra doğum günüm. Babama her şeyi anlatacağım."
Duyduklarımla şaşkınlığım artarken ileri atıldım. Görebilmek için parmak uçlarıma yükselmem gerekmişti. Çiftlik sahibinin kızı Lily'di. Sırtını duvara yaslamıştı ve yüzleri çok yakındı. Şaşkınlıkla açılan gözlerimle biraz daha görebilmek için parmak uçlarıma yüklenmeye devam ettim. Sehun Lily'nin yüzünü parmaklarıyla kavrarken boğazıma takılan nefesimle öksürmemek için kendimi zor tuttum. Sehun dudaklarını Lilly'nin dudaklarına bastırmıştı. Tanrım, Ulu Tanrım!
Parmaklarımın üzerindeki bedenim sarsılıp geriye savrulduğunda ayağımın değdiği her şeyin yerle bir olduğunu farketmiştim. İçi yemle dolu kovalar devrilerek büyük bir gürültüye sebep olmuştu.
"Kim var orada?!" Sehun'un gür sesi Hara'yı kaplarken düşünebildiğim tek şey koşmak ve buradan uzaklaşmaktı. Sağıma, soluma, önüme bile bakmadan koşmaya başladım. Hara'nın çıkışına ulaştığımda soluksuz kalan ciğerlerime aldırmadan koşmaya devam ettim. Sonunda bedenim nefes nefese Sera'nın önündeki çimenlere yığılıvermişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Little Stupid
ChickLit"B-ben bambaşka bir yere gidiyorken, sana geldim." "Onun yerine-" dedim derince yutkunurken. "Ben geldim sana."