"Jungkook, çabuk! Çabuk gel buraya!"Kapattığım kulaklarımla oturduğum yerden kaldıran ses buydu beni. Benden daha iyi bir halde olmayan arkadaşımı görmem biraz zaman aldı ama; odaklayamadığım gözlerim bir oraya bir buraya gidiyor, karanlıkta bana seslenen bedeni bulmaya çalışıyordu. Beş dakika kadar önce silah seslerine daha fazla dayanamamış, bulduğum bir köşeye sinmiştim. Çünkü her şey çok hızlı oluyor, migrenim de öldürüyordu beni. Biraz daha burada duracak olursam başka şeyler de öldürecek.
Şimdi bir yandan zayıflamış dizlerimle sesin geldiği yöne ilerliyorum. Hala görüşüme kavuşamadan beni el yordamıyla bulan bedense biraz hırpalayarak silkeliyor beni.
"Oğlum noldu lan? Kendine gel. Kaybetmek mi istiyorsun?"
"Hayır, kaybetmek istemiyorum. Çok yoruldum ama Yoongi. Ne zamandır buradayız? Ne kadar vakit geçti farkında değil misin? Yüzyıl gibi geliyor artık ve patlayacak kafam. Kulaklarım ağrıyor tüm seslerden, kaç kere düştüm kaç dakika koştum bilmiyorum ve artık bitsin istiyorum. Kaybedeceksek edelim artık, yeter ki bitsin bunlar."
Dik dik bakan surata bakmaya başlıyorum ben de ama göz temasından biraz çekiniyorum. Kollarımdaki çamurlar neredeyse kurumuş, cildimi kaşındırıyor artık. Üstüne çok düşünmek istemiyorum, sonra kıpır kıpır karıncalar hissediyorum. Tam şu an olduğu gibi, artık çok geç. Sanki tişörtümün içine doğru ilerliyorlar. Sen de hissediyor musun?
Gergince tişörtümü çekiştiriyorum. Biraz garip oluyor sonra, kaç saniye geçti? On mu? Yirmi mi? Oluşan sessizlik rahatsız hissettiriyor. Sessizliği bozmak için gülümsüyorum, sert bir tokatla da siliyorum hemen. Artık karıncaları yanağımda da hissediyorum.
"Kendine gel lan! Sona çok yakınız. Sadece biraz daha dayanmana ihtiyacım var, lütfen. Biliyorum, daha zor her şey senin için. Taehyung'la karşılaştığını da biliyorum. Ama bunlar-"
"Yoongi, sadece gidip Taehyung'a sarılmak istiyorum. Çok istiyorum tahmin bile edemezsin ama seni bırakamam biliyorum. Hiçbir yere gitmeyeceğim o yüzden, gidecek olsam çoktan vazgeçmiştim bu saçmalıktan. Seni asla bırakmam. Geleceğim kendime, söz. Eğer sana tokat atmama izin verirsen, söz."
"Bebeğim benim. Çok az kaldı. Sonra çok iyi bakacağım sana, alkole boğacağım seni. Güzel yemekler yapacağım. Anlaştık mı? "
"Anlaştık." diyorum gülerek. Ağlayacaktım neredeyse, gülüyorum ama. Sorumu görmezden gelmesi çok önemli değil, biliyorum uygun bir zaman gelecek ve hiç beklemediği bir an olacak bu. Yoongi'nin küçük kafasını kendime çekip tam ortasına bir öpücük konduruyorum. Kısa biraz, tam cuk diye öpebiliyorum kafasının tepesini, hep de bebek gibi kokuyor bu adam. Şu an bile bulandığı o kadar çamura, tere, kimyasallara rağmen hala ufak ufak alıyorum o tatlı kokuyu. Kokusu tatlı ama kıstığı gözleri alev alev bakıyor bana şimdi. Sırtımı dönüyorum ben de hızlıca, yoksa geliyor onun okkalı yumruğu. Hissediyorum. Hissettiğim başka bir şey de var, bir süredir duyamadığım gürültülü mermi sesi kulağımın içinde patlıyor sanki.
Gördüğüm silüet kendime getiriyor beni, olduğum durumu hatırlıyorum. Hatırlatılıyorum. Omuzumdaki silaha sarılmaya çalışırken ikinci kez patlayan silah vazgeçiriyor beni ve kendimi koruyabilmek için yere çöküyorum hemen. Ayağını tutup çektiğim bedeni de düşürüyorum yere, biz alçaktayken aramızda küçük bir tepecik kalıyor o silüet ile. Silüet olarak kalmasını istiyorum ama çoktan anlıyorum o olduğunu. Karanlıkta da olsak güneşin ortasında da dursak tanırdım onu. O uzun bacaklarını.
"Seni orospu çocuğu!" Yoongi düşüşün etkisinden kurtulmaya çalışırken bağırıyorum boşluğa doğru. Biraz yağmur çiseliyor ama yine de duyuluyor sesim, hatta biraz eko bile yapıyor. Böyle bir sinirle bağırabileceğimi düşünmezdim ona, mümkünmüş demek.