8. BÖLÜM: TAÇSIZ PRENSES

2 1 0
                                    

*Uninvited – Alanis Morissette*

Her prenses taç takmaz ve her kadın bir prensestir. Bugün, yeni bir planımız var. Savaşçılar ve Rüya Avcıları bir yemek düzenleyecek. Şansa bakın ki biz de davetliyiz. Elbette çağırıldığımız yere gidecektik. Ancak farklı kılıklarda. Bizi bekleyecekler ve onları burunlarının dibindeyken etkisiz hale getirecektik. Saatler öncesinde hazırlanmaya başladık. Ekibimizin güzelliği yürek hoplatacak cinstendi(!)

William Ivanov, Milan Anderson, Austin Anderson, Megan Jackson, Rosa Petrov, Eric Wood, James Dahl ve son olarak Cedric Shen.

Dikkat çekmek için kraliyet ailesi rolünü oynayacaktık. Aliento krallıkla yönetilir ancak kraliyete ait kişileri göremezsiniz. Tabii Tanrıça'nın kızı değilseniz. Kraliyet ailesiyle görüşmüş ve onlara planımızdan bahsetmiştim. Bizim tarafımızdalardı çünkü karşı taraf kazanırsa bırakın kraliyet aileliğini cesetleri bile bulunamazdı. Hazırlık aşaması oldukça eğlenceli geçiyordu. Kabarık elbiseler, makyaj malzemeleri, değerli mücevherler...

Dikkat çekmek istiyorduk çünkü bize yakın olmalılardı. Bedenleri kraliyet ailesi sandıkları bizim yanımızdayken akılları da Yönetici olan bizde olacaktı. Bu şekilde onları oltaya getirip gafil avlayacaktık.

Aynanın karşısına geçtim ve rüya gibi olan elbiseme baktım uzun uzun. Tozpembe, uzun ve kabarık bir dönem elbisesiydi. Kol kısımlarında dantel işlemeler yer alıyordu. Bel kısmı korse gibiydi. Gösterişli ama naifti. Tam da istediğim gibi. Ağır bir makyaj yapıp kahverengi lensler taktım. Saçlarımın rengini büyüyle turuncumsu bir kızıla çevirdim. Bileğimdeki A sembolü için de kapatıcı büyü kullandım. Birkaç fıs parfüm ve hazırdım. Beyaz, kısa topukları olan ayakkabılarımın üzerinde süzülerek odamdan çıktım ve belirlediğimiz buluşma noktasına doğru yol aldım. William, ikili koltuğa oturmuş, kol düğmelerini takmaya çalışıyordu.

"Beceriksiz.'' Dedim ve yanındaki boşluğa oturdum. Beni uzun uzun süzdü. Sırıttığını hissedebiliyordum. Kol düğmelerini taktıktan sonra yanağına hafif bir öpücük kondurdum.

"Güzel olmuşsun." Ona ters bir bakış attığımda durumu toparlamak istercesine konuşmasını sürdürdü. "Ama kendi halin daha güzel.'' Gülümsedim. Hayranlıkla bana bakmaya devam ediyordu bunları söylerken. Ben de onu incelemeye başladım. Saçları koyu kahverengiydi. Gözleri ise yeşil. İtiraf etmeliydim ki mavi gözleri ve grimsi saçları daha güzeldi. Üzerindeki smokinin yaka kısımları dantelliydi.

"Sen hep smokinle mi gezsen acaba?'' diye mırıldandım dudağımın kenarını ısırırken. Ayağa kalktı ve beni de ellerimden tutup kaldırdı.

"Hmm...'' dediği esnada çok yakındık. Gözlerim hafifçe kapandı. Nefesi nefesime karıştı.

O büyülü anı bir öksürük sesi kesti. Tahmin ettiğim gibi... Rosa Petrov. Son zamanlarda sevgilime sarkıntılık yapan beyinsiz sarı çiyan demek daha doğru olur tabii.

Sakinlemek için papatya tarlasına ihtiyaç duyduğum anda diğerleri de geldi ve son kez dikkat edilmesi gereken konuların üzerinden geçtik. Ve davet alanına ışınlandık.

*Messiah, HWV 56, Part 1: Pastoral Symphony, ''Pifa''*

Ortamın gerici bir enerjisi vardı. Buna rağmen çok rahat görünüyor olmalıydık. Güzel bir karşılama, birkaç boş muhabbet ve sonunda yalnızdık. Bizim için şatafatlı bir masa ayırmışlardı. Çalan klasik müzik bile gerginlik kokuyordu, hissedebiliyordum. Tehlike ensemizdeydi. Bir an önce gitmeliydik. Nutkum tutulmuş gibiydi, konuşamıyordum. Bir nedeni olmalıydı. Yaşadığımız hiçbir şey sebepsiz değildi. Savaşçılardan yaşlı bir adam sahneye çıktı ve konuşmaya başladı.

"Bu güzel ve özel günde bizi yalnız bırakmadığınız için her birinize minnettarız. Bu günün özelliğinin ne olduğunu elbette merak ediyorsunuzdur. O zaman açıklıyorum.'' Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki bir an için göğsümü delip çıkacağını sandım. "Asırlar önce lanetlenen ve gözlerini kaybeden Tanrıçamız Ciel, bugün lanetinden, körlüğünden kurtuldu ve şu an aramızda!''

Siktir.

Koskoca bir, siktir.

Yükselen alkış sesleri başımı döndürüyordu. O an bir şey oldu. Ne olduğunu bilmiyorum ama ruhumda bir hareket ve kulaklarımda bir çınlama hissettim. Bir anda eski halime döndüm. Büyü ortadan kalktı ve hepimiz eski halimize döndük. Elimde bir ayna belirdi. Onu yüzüme tuttum ve gözlerimin kırmızı olduğunu gördüm. Yeşil ve mavimsi olan o gözler, kan kırmızısına boyanmışlardı. Herkes bir an önce buradan gitmemiz gerektiğini söylerken onları durdurdum.

Doğru zaman gelmişti. Müzik durdu ve bir ışık huzmesi belirdi sahnede. Saçları, kaşları, kirpikleri, gözleri ve teni bembeyaz olan bir kadın belirdi. Ciel Tanrıçası.

Genzimi temizledim ve bağırarak konuşmaya başladım. ''İhanetler affedilmez Tanrıça, cezalandırılır. O gelecek ve hepiniz öleceksiniz. Mezarınıza konulacak cesediniz olmayacak.'' Austin bana sen delirdin mi, dercesine bir bakış attı. Tüm gözler artık bizim üzerimizdeydi. Tanrıça da buna dâhil. Gözlerinde çözemediğim bir korku ve gerginlik barındırıyordu.

"Seni kendi ellerimle öldüreceğim Tanrıça! Tüm evrene sözüm olsun.'' Bunu en son duyduğunuzda William'dan bahsediyorduk. Tabii arada istisnai durumlar olabiliyordu. Aynen Milan aynen, kandır kendini.

Ciel Tanrıçası'nın gözleri öfkeyle parlıyordu. Bir an için etrafındaki enerjinin yoğunlaştığını hissettim. Ardından o enerjiyi hissetmekle kalmayıp bedenimde yankılandığını fark ettim. O kadar güçlüydü ki, sanki ruhum yerinden kopup çıkacak gibiydi. Ama pes etmeyecektim. Bu an için hazırlanmıştık. Bizimle baş edemeyeceğini biliyordu ve bu onu korkutuyordu.

"İhanet mi?'' dedi Ciel Tanrıçası, sesi sakin ama tehditkârdı. "Benim ihanet ettiğimi mi sanıyorsunuz?''

William yanıma geldi ve elini omzuma koydu. Bu, hem cesaret verici hem de sakinleştirici bir dokunuştu. Onun varlığıyla cesaretim arttı.

"Evet,'' diye bağırdım, "Bu evrene ihanet ettin. Adaletin, huzurun ve barışın düşmanısın.''

Tanrıça'nın gözlerindeki öfke dalgası yayıldı, neredeyse fiziksel bir darbe gibi üzerimize geldi. Ancak ekibimiz hazırdı. Bir an için sessizlik çöktü. Herkesin nefesi kesilmiş gibiydi. Ardından Tanrıça'nın öfkesi yerini karanlık bir gülümsemeye bıraktı.

"Bu kadar cesur olmanız hoşuma gitti,'' dedi. ''Ancak cesaretiniz sizin sonunuzu getirecek.''

William bir adım öne çıktı, gözlerinde kararlılık vardı. ''Seninle savaşmaktan korkmuyoruz, Ciel. Adaletin ve barışın zaferi bizimle olacak.''

Ardından ekibimiz harekete geçti. Herkes bir anda kendi pozisyonunu aldı. Bu, bizim için bir ölüm kalım mücadelesiydi ve hepimiz bunun bilincindeydik. Silahlarımızı ve güçlerimizi hazırladık. O an, her şeyin bir savaşa dönüşeceğini biliyorduk. Ama biz hazırdık. Tanrıça'ya karşı verdiğimiz bu mücadele, sadece bizim değil, tüm evrenin kaderini belirleyecekti.

ALIENTOWhere stories live. Discover now