12. BÖLÜM: YERALTI CEHENNEM KULELERİ

2 1 0
                                    

*Tears in Heaven - Eric Clapton*

"Bu şarkıyı ağlarken yazıyorum. Ritim ise senin kalp atışların. En güzel melodi sensin. En güzel şiir senden ibaret."

............................................................................

William ile birlikte dikkatlice hastaneye gittik. Ancak bizi karşılayan manzara çok da iç açıcı değildi.

Austin'in cansız bedenini görmemin ve bayılmamın üzerinden tam olarak yedi saat geçmişti. Yedi. Ölümünden bu kadar etkileneceğimi düşünmezdim. Umarım bana kırgın gitmemişsindir, kuzen.

Omuzlarımdan aşağıya bir şal bırakılıyor. Gelen William. İki saattir Merkez'in bahçesinden yıldızları izliyorum. Kulaklarımda ise annemin söyledikleri yankılanıyor...

"Çünkü yıldızlar her daim parlar, bebeğim. Işıkları sönmez. Yıldızlar bize evimizde olduğumuzu hissettirir. Yıldızlar bizi aydınlatır, gerçekleri gösterir. Ve en önemlisi, ölen her canlının ruhunun birer yıldıza dönüştüğüne inanılır. Burası Aliento. Yani bir diğer adıyla ölüler gezegeni."

Zar zor akmasını durdurduğum o yaşlar, tekrardan gözlerimi işgal ediyor. Bedenimi saran kolların sıcaklığında biraz daha sakinleşiyorum.

"Şşşt, ağlama. Herkesin bir sonu vardır. Vakti zamanı gelince biz de öleceğiz."

"Zamanı değildi, William. Zamanı değildi. Ona çok işkence ettim ben. Böyle olmamalıydı, en azından özür dileyebilseydim." Sırtımı sıvazlarken annemin kurduğu cümlelerin bir benzerini söyledi.

"Yıldızlara bak, sevgilim. Bedenler toprağa gömülür ama ruhlar sonsuza kadar, her daim yaşar. Yıldıza dönüşür. Yıldızlara bak ve pişmanlığını dile getir. Eminim Austin seni duyacaktır." Söyledikleriyle ruhum biraz dinginleşti.

"Seni seviyorum." Uykusuzluktan gözlerim kapanıyordu. Sesim bir fısıltı hâlini almıştı.

"Ben de seni seviyorum, Milan. Hem de tahmin edemeyeceğin kadar fazla." Duyduğum son sözlerdi bunlar. Orada, sevdiğim adamın kollarında, öylece uyuyakaldım.

Uyandığımda yatağımdaydım. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Koyu renk kot pantolon ve yeşil, ince bir uzun kollu giydim. Beyaz spor ayakkabılarımı giyeceğim sırada kapı çaldı. Kapı çalmadan içeri girmek ne zamandan beri moda olmuştu?

"Milan, bir an önce gelmen lazım." Alex'in sesi korku doluydu. Hızlıca diğer ayağıma da ayakkabıyı geçirip onu takip ettim. Bahçeye indiğimizde Alex, kalabalığın arasından geçebilmem için bana yol açtı. Yerde bir çatlak vardı. Ben oraya vardığımda daha da büyüdü. Sıcak, tenimi yakıyordu. Yukarı doğru yükselen bir siluet gördüm. Olamaz. Henry geliyordu. Beni almak için. Etrafıma bakınırken William ile göz göze geldik. Zorla yutkundu. O an kalbim öyle bir sızladı ki... Gitmez, gidemezdim.

Etrafta yankılanan ses, bu olayın açıklayıcısı oldu. Tanrıça Ciel'in sesiydi.

''Savaşa başlamadan önce ortadaki tehditleri kaldırmak gerekir, Alien. Ve Milan hepimiz için çok büyük bir tehlike oluşturuyor. O gidecek ve şartlar eşitlendiğinde savaşa başlayacağız. Hem kızının güvende olmasını sen de istersin, öyle değil mi? Ayrıca sözlerini de tutmak...'' Ne kadar çirkef biriydi bu böyle?

''Önce bana sormanız gerekmez miydi sözde Tanrıça Ciel?'' Sesim alaycıydı. Düşmanı küçümsemeyi severdim. Kinciydim. Herkes bundan nasibini alacaktı.

''Benimle bu şekilde konuşma yetkisini sana kim veriyor?'' Sinirlenmişti. O sinirlendi, ben keyif aldım.

''Kendim. Eğer biraz terbiyeli olsaydınız, emin olun bunu yapmak zorunda kalmayacaktım.'' Tüm enerjiyi bedenime hapsettim. Bu gücümü keşfedeli uzun zaman olmamıştı. Her duyguyu yaşadım kısacık saniyeler içinde. Evrenin bana itaat etmesine izin verdim. Tanrıça: ''Neyi?'' der demez göğsümden kızıl, alevimsi kıvılcımlar çıkmaya başladı. Etrafı saran tiz çınlama sesiyle herkes kulaklarını kapattı. Kıvılcımlar arttıkça arttı ve en sonunda Ciel Tanrıçasının sesi ortadan kayboldu. İlk işim onun bizimle iletişim kurmasını engellemekti. Göğsümden çıkan kıvılcımlar, ses tellerini yok etmişti. Tanrıça artık konuşamayacaktı. Sıra Henry'ye gelmişti.

ALIENTOWhere stories live. Discover now