Barbarlardı, Türkler kelimenin tam anlamıyla barbardı!
Altı bir arabanın içine koyulduğum zaman karşımdaki zırhlı adamın yeşil gözlerine sinir ve nefretle baktım.
Elimle zırhının üzerinden bir yumruk atmaya çalıştığım zaman bileğimi kavradı ve oturduğumuz tahtaya bastırdı.
"Seni bağlamamı istemiyorsan rahat dur!"
Sesini işitmemle birlitke istemsizce tüylerim diken diken oldu.
Ses tonu oldukça garip gelişmişti. Sanki yıllar önce duyduğum ama şimdi ne olduğunu bilmediğim bir tınıyı anımsatıyordu.
Bir kaç saniye sonra Nasya'nın adeta atlı arabaya fırlatılması ile kas katı kesilip, arkama yaslandım.
Nasya sert tahtanın üzerinde, üstü başı dağınık bir şekilde dururken bakışları bana döndü.
"Sinyor Matteo, iyi misiniz?"
Yanıma gelip, beni incelemsi ile hızla kafa salladım.
Ardından kapının hızla kapatılması ile dişlerimi sıktım ve ayağı kalkıp, tahta kapıya elime vurdum.
"Siz türkler kelimenin tam anlamıyla barbarsınız. Tanrım hepinizi kahretsin!" Diye bağırdım ve geri yerime doğru kendimi attım.
Kafamı arkaya yaslayıp, derin derin nefes alırken Nasya da tam karşıma oturdu.
"Sinyor Matteo, ne yapacağız? Bir fikriniz var mı?" Diye sorması ile kafamı salladım.
"Kaçmamız lazım, ama çokta uzaklaşmamalıyız." Derken ayağı kalktım ve atlı arabada kırıpta, dışarı kaçabileceğim bir yer aradım.
Daha sonra aradığım şeyi bulamamış bir şekilde kendimi geri oturduğum yere attım.
"Öyle ya da böyle kaçmak zorundayız Nasya, babamı gördün mü?" Diye konuşup, ona dönmemle birlitke kafasını olumsuz anlamda salladı.
"Ama ölmemiş olması gerekiyor Sinyor Matteo, çünkü eğer bu bir baskın olsaydı bizi de öldürürlerdi."
"Bu neyse bilmiyorum, sadece buradan çıkmak istiyorum.."
~~~~
Atlı arabanın kapısı açıldığı zaman zırh giymiş adam kapıda belirdi.
Benim kaşlarım çatık bir şekilde ona bakarken, o da yeşil gözleri ile bana bakıyordu.
"İn aşağı."
Kafamı hızla olumsuz anlamda sakladığım zaman atlı arabanın içine doğru girdi ve bileğimi tuttu.
"Sinyor Matteo!"
Zırh giymiş adam beni çekip, ilerlerken Nasya arkamdan bağırıyordu. Bir kaç saniye sonra onu da iki tane Osmanlı askeri alırken bileğimi tutan adama tüm gücümle direnmeye çalışıyordum.
"Bırak beni, pis barbar!"
Sinirle zırhının üzerinden yüzüne tükürdüm. O gözlerini kapatıp, zümrüt yeşili gözlerini korurken bileğimi tutan eli daha sıkılaştı ve birden beni kucağına aldı.
Ben direnmeye, kucağından inmeye çalışırken hızlı adımlarla ilerideki köşk'e doğru ilerledi.
Köşke yaklaştığımız zaman etrafımızdaki yeniçeri askerleri göründü ki hepsi birden kucağında olduğum adam için selam durmaya başladı.
Köşke doğru seri bir şekilde ilerleyip, köşkten içeri girdiği vakit köşkün üst katına doğru ilerledi.
Üzerindeki kilolarca ağırlığındaki demirden yapılma zırhlar ve benim ağırlığım onun için hiçbir şey ifade etmiyor gibiydi, gerçekten barbar olduğu kadar da güçlüydü!
Saniyeler sonra bir adet dairenin içine girmemizle birlikte ilerledi ve kanepenin üzerine biraz sert denecek bir şekilde bıraktı.
Kalçam yumuşak koltuğa değerken bakışlarım karşımdaki zırhlı adamın yeşil gözlerine döndü.
O an içeri bir adam girip, önümdeki adam için selam dururken "Şehzadem, Nedimeyi nereye koyalım?" Diye sordu.
Zırhlı adam arkasını dönüp, içeri giren adama baktı ve "Yan odayı onun için hazırlayın. Size verdiğim tüm emirleri harfiyen yerine getirsiniz!" Dedi sert bir sesle.
Ben çatık kaşlarla ona bakarken, odaya giren adam selam durdu ve selamını bozmadan geri geri gidip, odadan çıktı ve kapıyı kapattı.
Karşımdaki zırhlı adamın gözleri tekrar bana dönerken sinir dolu bir nefes verdim.
Elini miğferine atması ile yavaşça çıkarttı. Saniyeler sonra miğferin altındaki yeşil gözlerin sahibi suratın sureti gözlerimin önüne serilirken yerimde yavaşça dikleştim.
Tıpkı heykel gibi yontulmuş bir yüze sahipti. Sert hatları, çatık kahverengi kaşları vardı ve o kaşlar çok kahverengiydi, tıpkı maron'du..
(Maron: Kestane rengini)Gözlerimin içine bakarken, kaşlarım tekrar çatıldı ve ayağı kalkıp, gitmek için bir hamle yaptım.
O bileğimi tutup, beni geri kanepeye atarken elini gövdesindeki zırha atıp, hızla çıkarttı.
Alt tarafındaki zırhı da çıkarttığı zaman sinirle ona bakıyordum.
"Bırak beni, pis barbar!"
Yavaşça eğilip, gözlerimin içine bakması ile "Bırakmıyorum Prens Matteo." Dedi alaylı bir tonla.
'Prens' kelimesini büyük bir alay ve küçümseme ile söylemişti. Kesinlikle İtalya'da sahip olduğum mertebeyi küçümseyen bir tavırdı bu.
"Sen pis bir barbarsın! Neden kaçırdın beni, ne istiyorsun!?" Diye sormamla beraber ayağı kalktım ve uzun boyuna karşın gözlerinin içine bakmak için kafamı hafif yukarı kaldırdım.
"Öncellikle sözlerini seçerek konuşasın Sinyor Matteo." Demesiyle bu seferde Nasyanın bana hitap şekli ile eğlenmiş gibiydi.
"Zira karşısında acemi bir korsan yoktur, bir şehzade vardır." Demesiyle beraber dişlerimi sıktım ve göğsüne bir yumruk atım.
O hafifçe geriye doğru savrulurken yumruğumdan çokta fazla etkilenmiş gibi değildi.
Yeşil gözleri, benim mavi gözlerimin içine bakarken konuştum.
"Bırak beni, ben evime, babamın yanına gitmek istiyorum."
Yüzünde hafif bir tebessüm oluşurken bana doğru bir adım attı ve sıcak nefesini yüzüme bıraktı.
"Bende müsade etmiyorum."
Kas katı kesilip, şaşkın ve bir o kadarda sinirli bir ifade ile yüzüne bakakaldım.
"Sinyor Matteo, babanla barış ortamını koruyana kadar tutsağım olacaksın."
"Bu köşkten ancak çıkar.."
Mahir Han ve Mestan Han'a çok uzak bir karakter olacakmış gibi geliyor ama öyle olmasını bir yandan da istemiyorum.
Ve belki bir noktada bu karaktere Mestan Handan daha fazla bağlanabilirim. Bu da elbette ki kurgunun güzel yazılmasını sağlar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zümrüt Yeşili
Ficção HistóricaSinyor Matteo, İtalya'nın asil ve zarif prensidir. Ta kii taht yolunda koşan ve Osmanlı İmparatorluğunun veliahtı olan bir Şehzadenin eline düşene kadar. Tür: Tarihi Kurgu