Pusulanın kuzey yönünü gösterdiği bir günde, Şeref Albay uzun ve zorlu görevlerin ardından nihayet evine dönebiliyordu. Her adımı, onu sevdiklerine biraz daha yaklaştırıyor, yorgun omuzlarındaki yükü hafifletiyordu. Gökyüzü kararmaya yüz tutmuştu; uzaklarda, dağların ardında güneş son ışıklarını saçarken, evinin sıcaklığı ve ailesinin özlemi kalbinde bir kor gibi parlıyordu.
Evinin önüne geldiğinde, derin bir nefes aldı. Kapıyı yavaşça açtı ve içeri adım attı. Gözleri, yıllardır tanıdığı, özlemle beklediği o sıcak yuvaya alışmaya çalışırken, karşısına neşesiyle tüm evi aydınlatan bir yüz çıktı. Alkım, babasını görür görmez, bir kuş gibi hafif adımlarla koştu, kollarını açıp ona sarıldı.
"Baba! Sonunda döndün!" Alkım'ın sesi, içindeki tüm özlemi ve heyecanı taşıyordu. Babasının etrafında dönerken, aylardır özlediği kokuyu içine çekiyor, onu bir daha hiç bırakmamacasına sıkı sıkıya sarılıyordu.
Şeref Albay, gözlerinde biriken yaşları gizlemek istercesine başını eğdi. Alkım'ı kollarına alıp havaya kaldırdığında, yorgun bedenine rağmen içinde tarifsiz bir güç hissetti. Kızının yanağına kondurduğu sıcak öpücük, tüm savaşların, tüm yorgunlukların üzerini örten bir şefkat perdesiydi.
"Biliyor musun, ben seni çok özledim," dedi Alkım, babasının gözlerine bakarken. "Sen yokken bir sürü şey öğrendim."
Şeref Albay, hafifçe gülümsedi. Yorgun ama mutlu bir sesle, "Hm, öyle mi bakalım? Neler öğrendin söyle bana," dedi. Yavaş adımlarla salona doğru ilerlerken, gözleri karısı Ahunur'u arıyordu. Kalbindeki huzur, hayatının en değerli parçalarını tekrar bir arada görmenin verdiği güvenle daha da büyüyordu.
"Annem dedi ki, eğer seni çok öpersem canın bir daha hiç acımazmış." Küçük Alkım, babasına bakarken gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Şeref Albay, kızının o saf sevincine gülümseyerek karşılık verdi. Alkım'ın yanağına hafif bir öpücük kondurdu.
"Annen hep çok haklı," dedi Şeref, sesine tüm şefkatini yükleyerek. "Sen beni bol bol öp, benim canım hiç acımaz. Ben de seni bolca öpersem, senin de canın hiç acımaz."
Küçük kız, babasının sıcak omzuna yaslandı. Kollarını babasının boynuna daha sıkı sararken, huzur dolu bir nefes aldı. Babanın verdiği güven, kızının tüm yorgunluğunu silmişti.
Tam o sırada, kapının diğer ucundan tanıdık bir ses duyuldu. "Beni unuttunuz sanırım." Şeref Albay, o melodik sesi hemen tanımıştı. Yavaşça arkasını döndüğünde, karşısında Ahunur'u gördü. Onun yüzü, sanki ay ışığı gibi parlıyordu. Gözlerinde, yılların verdiği derin bir sevgi vardı.
"O ne demek, Hatun?" diye karşılık verdi Şeref, tatlı bir şakayla. "Seni unutmak mümkün mü? Görevdeyken her gözümü kapattığımda sen vardın."
Ahunur, kocasının bu sözleri karşısında hafifçe gülümsedi. Gözleriyle ona teşekkür eder gibiydi.
Yemekten sonra herkes sofradan kalkmıştı. Ahunur sofrayı toplarken, Şeref'in annesi Şaziye Hanım, şeker ilacını almış, koltukta oturuyordu. Oğlu ile arasındaki sessiz çatışma odaya gergin hava sağlıyordu. Onların ne konuştuğunu anlamayan Alkım'sa, kanepenin diğer köşesinde oturmuş çizgi film izliyordu.
Alkım, babaannesinin ve babasının konuşmalarını anlamaya çalışırken, bakışlarını bir onlara bir de yere çevirdi. Konuşulan şeyler ona uzak, soyut ve karmaşık geliyordu. Şaziye Hanım hafif bir iç çekti, "Oğlum, o küçücük kız ne anlar pusuladan, şifreden?" dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GÜLÜ KESEN BIÇAK
Hành độngKaybolmuş hatıralar, yarım kalan bir hikaye ve karşı konulmaz duygular... Alkım Eryiğit, geçmişiyle geleceği arasındaki ince çizgide sıkışıp kalırken, her adımında gizemli bir gerçekle yüzleşmek zorunda. Kurtuluşun mu yoksa teslimiyetin mi ona daha...