3.Bölüm: Çıkış

47 7 0
                                    

Güneş'in dilinden...

Gözlerimi yavaşça araladım. Bir hastane odasındaydım. Buraya neden gelmiştim veya beni buraya kim getirmişti? Hatırlamıyordum.

Elim başıma gitti. Başımda kalın bir sargı bezi vardı. Bana ne olmuştu? Elime serum takılmıştı. Üstümde hastane kıyafeti vardı. Tüm bunların ne ara olup bittiğini merak ediyordum.

Kapım açıldı. İçeriye babam ve yanında tanımadığım biri girdi. Önce babama baktım bana gülümsüyordu ardından karşımda duran genç adama baktım.

Benden bir iki yaş büyük gibi duruyordu. Uzun boyu, kemikli çene hatları ve beyaz gömleğiyle çok çekici görünüyordu. Ama anlamadığım bir şey vardı. Onun benim odamda ne işi vardı?

Babamı es geçip ona döndüm. "Sen kimsin?"

Sarımsı gözlerini bana çevirdi. Babam yanımdaki koltuğa oturduğunda o da bana birkaç adım yakınlaştı. "Seni hastaneye getiren oydu. Anladığım kadarıyla kriz geçirmişsin. "

Kriz anımı yavaş yavaş hatırlamaya başladım.

"Sana bu siyah laik."

Yutkundum. Gözlerim tekrar ona döndü, içtenlikle gülümsedim. Bir yandan da beni kurtardığı için içten içe lanet yağdırıyordum. "Teşekkür ederim. " diye mırıldandım, "Adın ne?"

Bir anda gelen merakla bunu sorduğuma inanamıyordum. Normalde asla insanlarla ilk iletişimi ben kurmazdım. "Çağatay, senin?"

İsmimi bildiğine neredeyse emindim. Sonuçta onca işlem yapılırken ismimi öğrenmiş olması olası bir ihtimal değil miydi?

"Güneş." diye mırıldandım. Konuşmadık, sadece birbirimize baktık. Uzun bir ölüm sessizliğinden sonra babam yeni bir konuşma başlattı.

"Çağatay, Güneş hastaneden çıktıktan sonra bize yemeğe misafir olmaya ne dersin?" başımı hızla babama çevirdim. Evimizde birini ağırlamak isteyip istemediğimi sormuş muydu?

"Ben size rahatsızlık vermeyeyim." dedi Çağatay, beni dürten bir hisse karşı koyamayarak bu sefer onun gelmesini ben istedim, "Rahatsızlık vermezsin. Gel."

Bir an ikisi de bana dönünce boğazımı temizleyerek cümlemi düzelttim, "Yani istersen."

"Tamam o zaman." dedi Çağatay, bu sefer daha bir zevkli görünüyordu. Kapı tık tıklanarak açıldı.

"Güneş, iyi misin?"

Yeliz yeşil gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. "İyiyim."

Yanıma gelip bana sarıldı. "Ne olmuş benim Güneş'ime? Ben niye görmedim seni? Eve gitmemiş miydin?"

Başımı iki yana sallayarak "Hayır." dedim. Düşünür bir tavırla etrafına baktı. Gözlerim duvar kenarına çevirdiğimde kahve gözleriyle denk geldim. Hemen yüzümü çevirdim o ise konuşmaya başladı.

"Sence arkadaşın seni ne kadar umursuyor? Sen tam bir zavallısın."

Tükürürcesine söylediği sözler beni çok sıkmaya başlamıştı. Ona cevap vermedim. Odadaki sessizliği Yeliz'in çalan telefonu bozdu.

Telefonu açtığında önemli bir şey olduğunu yüz ifdesinden anlamıştım. Telefonu hızla çantasına attı. "Benim gitmem gerek, bir ihtiyacınız var mı?"

"Yok kızım. Ne oldu, umarım kötü bir şey değildir." dedi babam, bakışlarım tekrardan Yeliz'e döndü. "Ablam..." dedi ve devamını getiremedi.

"Tamam kızım, dikkat et." dedi babam anlayışla. Onun iyi yüreğine hayrandım.

"Geçmiş olsun Güneş."

"Görüşürüz." diyerek el salladım. Yeliz odayı terk ettiğinde dördümüz içerde kalmıştık. Bir başkası için bu sayı üç olurdu.

"Baksana hemen de gitti."

Yanıma yaklaştı. Serumlu elimi çekmeye başladı, ondan elimi kurtarmaya çalıştım. "Bırak elimi!" diye bağırdığımda Çağatay'ın bakışları bana döndü.

"Ah kızım... Unuttun mu? Ben yokum."

Kulağıma eğilip söyledikleri beni azda olsa kendime getirdi. "Ne oluyor?" dedi Çağatay, "Kimse elini tutmuyor ki."

"Narkozun etkisidir." diye atıldı babam. Ama o da biliyordu aslında narkoz olmadığını...

"Neyse bende gideyim. Geçmiş olsun Güneş."

"Sağol." diye mırıldandım. Ve o yine konuşmaya başladı.

"Bak nasıl da senden kaçtı!"

"Sus!" diye bağırdığımda sesim tüm odada yankılandı, "Seni duymak istemiyorum!"

Babam ellerimi tuttu, "Güneş," duraksadı diyeceği şeyden korkuyordum, "Acaba artık tedavi..."

"Hayır!" bu seferde babama bağırarak sözünü kestim. Tedavi olmamı istiyordu. Ama olmayacaktım. Beni ikna edemezdi. Her seferinde aynı şeyi duymak istemiyordum.

"Ama biliyorsun..."

"Baba lütfen..." dedim yenilgiyle bakışlarını üzerimden çekti. Onun tüm seslerini aklımdan silmeye çalışarak baş ağrısıyla uyudum.

3 gün sonra...

"Bunu da imzalayıp çıkabilirsiniz. Ancak şizofreni birinin normal bir okula gitmesini doğru bulmuyoruz."

Babamın doktorla konuştuklarını uzak mesafeye rağmen duyabiliyordum. Evet, ben normal değildim. Babam da bir şeyler söyleyip kağıdı imzaladı ama ne dediğini anlayamamıştım. Şu an umurumda olan tek şey taburcu olmamdı!

"Hadi, gidiyoruz."

Kafama o koca sargı bezi yerine küçük yara bandına benzer bir şey takmışlardı. En azından rahatsız edici değildi. "Bugün okula gidecek misin?"

Babama kaçamak bir bakış atıp "Evet," diye mırıldandım, "Zaten yeterince derslerimi aksattım."

Babam, "Haklısın. " derken arabanın kapısını açıp bindi. Bende arabaya bindiğimde Çağatay'ın telefonumu getirmiş olmasına şükür ediyordum.

Telefonu açıp kulaklığımı kulağıma yerleştirdim. Sık sık dinlediğim o şarkı kulağıma doldu.

"Uyu, öl ya da unut; kuyunun dibi bulut.
Kimsesiz bir çölüm ben susuzluktan ölünmez."

Ben kimsesiz bir çölüm. Bu hayatta sahip olduğum tek insan babam. Annem beni istemedi, beni terk etti. Ama o bende ömür boyu sürecek bir yara bıraktı. Ve o yaranın izleri hâlâ geçmedi.

Belki de unuttu beni, bilmiyorum. Çok iyi hatırlıyorum, daha ortaokula giderken beni akıl hastanesine zorla yatırmak istemişlerdi. Sebebi ise oydu.

Benim tek suçum o kadının yasını tutmaktı.
Onu çok sevmekti.
Onu unutamamaktı.

Bu yüzden unutulmak en berbat hisken, unutmak en güzel hediyedir.

Ben unutamadım onu. Ama hep yaralarımla var oldu. Acılarıma acı kattı. Hayatımı zindana çevirdi. O kadın benim lanetim oldu.

Ve bir gün biri bunu fark edip benim yaralarıma dokundu.

Sana Bu Siyah Laik Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin