Ayakkabısının sert tabanının çamurlu zeminde bıraktığı izlere aldırmadan koşar adım ilerlemeye devam etti. Yağmur öyle bir yağıyordu ki yalnızca ardında bıraktığı ayak izlerini değil, ormandaki her şeyi beraberinde götürüyordu. Daha önce hiç böyle bir yağmurla karşılaşmadığına emindi ama kafası yağmura odaklanamayacak kadar mühim meselelerle doluydu. Yüzünü pelerinin başlığına iyiden iyiye gizledi. Karşısındakinin dudaklarının kenarını süsleyen gergin gülümsemeden fazlasını görebilmesi için burnunun ucuna kadar yaklaşması gerekiyordu. Normal şartlarda ağız çevresinin görünmesine de izin vermezdi ama şu an normal şartlar altında değildi ve zihninin her bir karışını ele geçirmiş imgeler yüreğini ağzına getiriyordu. O imgelerin ne anlama geldiğini öğrenmeliydi, öğrenmeli ve şüphelerini yatıştırmalıydı. Aksi takdirde yaklaştığını gördüğü felaketi engellemek isterken o felaketi kendi elleriyle getirebilirdi. Açıklanması gereken şeyler vardı, açıklanması gereken şeyler ve alınması gereken önlemler.
Ağaçların arasına gizlenmiş kulübeyi fark ettiğinde adımlarını yavaşlatmadı, aksine daha da hızlandı. Çamur dizlerine kadar bulaşmış, pelerini onu yağmurdan korumaya yetmemişti. Umursamadı, daha önemli meseleler vardı. Şikayetlenmekle bile bir dakika kaybedemeyeceği meseleler. Yıkılacakmış gibi görünen kulübenin kapısını itip içeri adımladı. Kapı ardından düşecekmiş gibi gıcırtılı bir sesle açılmıştı, düşmedi ama kendiliğinden eski yerine dönerken menteşelerinden hafifçe sallandı. Yaşlı bir adam yerde, çürümüş tahtaların üzerine serdiği bir şiltenin üzerinde bağdaş kurmuş evdeki (ev demeye bin şahit isterdi) diğer her şey gibi her an kırılabilecekmiş gibi duran küçük bir sehpanın üzerindeki çayını yudumluyordu. Evi yasemin kokusuyla donatmış seramik çaydanlığın yanında küçük bir mum cılız bir ışık yayıyordu ve evi aydınlatan tek ışık kaynağı da çakan şimşekler dışında bu küçük mumdu. Yaşlı adam kapının sesiyle birlikte gelen yabancıya göz ucuyla baktı. Mavi gözleri mumun sarı ışığında koyu bir laciverte dönüşmüştü, hatta neredeyse siyahtı fakat o gözlerde hayrete ya da korkuya dair tek bir iz yoktu. İrkilmemişti, doğrusu kimin geldiğini pek aldırmışa benzemiyordu. Tam da yabancıyı bekliyormuş gibi kırışıklarla süslenmiş yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Eliyle önünü, sehpanın diğer tarafını işaret etti. Yabancı onu buraya getiren aceleci tavrını bir kenara bıraktı ve yüzüne taktığı sükûnet maskesiyle yaşlı adamın gösterdiği yere oturdu. Pelerininin başlığını başından indirmemişti.
Yaşlı adam, "Söyle." dedi. Sesi bir yaşlıdan beklendiği gibi ince ve kısıktı fakat yabancının anlayabileceği kadar yüksekti. Dışarıda yağmur son hızla yağmaya devam ediyordu, evi dışarıdan koruyan pencereler hiç de sağlam değildi ama yağmur damlalarının sesi eve ulaşmıyor gibi içeriye bir sessizlik hakimdi. Yabancı boğazını temizledi. Sesi gerçekten kalın mıydı yoksa tanınmamak için kalın çıkmasına özen mi göstermişti, dışarıdan söylemesi zordu.
"Bir rüya gördüm."
Yaşlı adam bunu zaten biliyor olmalıydı. Hep bilirdi. Yabancı nasıl bilebildiğini bilmiyordu, öğrenmeye çabalamış ve çabaladığı her sefer elinin boş kalmasının getirdiği kızgınlıkla (esasında bu bilmediği bir gücü kontrol edemeyişinin ve ona karşı tedbir alamayışının dışarı yansımasıydı) kendini adamı ortadan kaldırmak isterken bulmuştu. Fakat problem oydu ki adam rüya işinde iyiydi, bu zamana kadar yanıldığı olmamıştı ve rüyalarının işaret ettiği haberlere hazırlıksız yakalanmanın getireceği dehşet, yaşlı adamın gücünü kontrol etmekten ya da onu ortadan kaldırmaktan daha mühim bir mevzuydu. Hem derme çatma bir kulübede çay yudumlamaktan başka bir işe de kalkışmıyordu. Tehdit değildi. Hayır, asıl tehdit o değildi.
"Güneş tahtı. Sönmüş ama yeniden alevlenmeyi bekleyen közlerin arasında yükseliyordu. Tahtta bir çocuk oturuyordu. Sol bileğinde kraliyet işareti vardı, boynunda kraliyet arması asılıydı ve sağ elinde bir kılıç tutuyordu." Yabancı sustu. Yaklaşık bir saat önce gördüğü rüya beyninde gerçek bir anıymışçasına yüzüncü kez oynarken derin bir nefes aldı. Yaşlı adam onu dikkatli gözlerle dinliyordu. Ne düşündüğünü yüz ifadesinden çıkarmak imkansızdı ama bu sefer, yüzünde her daim bulunan o bilmiş gülümse yoktu. Yabancı gülümsemesi sönen dudaklara bakarken metanetini korudu. İçinde ne yaşarsa yaşasın dışarıya yansıtmamak sahip olması gereken yegane özelliğiydi. "Sonra közler yeniden alevlendi, yangın başladı. Duvarlar çöktü. Gökyüzü göründü. Bir kükreme yankılandı. Taht yıkıldı. Yıldızlar parladı."
Yabancının son sözlerini sessizlik yuttu, karanlık içine hapsetti. Mavi gözler hala düşünceli gözlerle yabancının gözlerinin içine bakmaktaydı. Ama yabancı kendi gözlerine değil, kendi içine de değil; daha derine, kendisinin bile bilmediği bir derinliğe baktığını hissetti. Tüyleri ürperdi, sebep bu bakış mıydı yoksa menteşeleri tutmayan kapıdan rüzgar mı söylemesi zordu. Hangisi olduğunun önemi yoktu, yabancı ikisinin de aynı şeyi söylediğini hissediyordu.
Bir ömrün sığdırılabileceği sessizliği yaşlı adamın ince sesi bozdu. "Zamanı gelmiş." Dudaklarında yeniden bir gülümseme belirdi. Belli belirsiz bir gülümsemeydi. Endişeli miydi, yoksa ulaştığı sonuçtan memnun muydu? Yabancı anlamadı. Anlamadıkça tedirginlik büyüdü. Tedirginlik büyüdükçe sinirlendi.
Maskelenmiş kalın sesi yaşlı adamın dikkatini yeniden kendisine çevirdi. "Neyin?"
"Onun. Kitelos'un. Hem de bu sefer güneş kanından."
Selamlar,
Öncelikle Heulwen'e hoş geldin. Umarım bu macera hoşuna gider ve karakterlerimi benim kadar seversin. Birlikte Heulwen evrenini tanımayı ve bu maceranın sonunu getirmeyi çok isterim.
Elimde birikmiş bölümler mevcut, bu nedenle her hafta yeni bölüm atmayı umuyorum. Bir şans verdiğin için teşekkür ederim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GÜNEŞ KANI - Heulwen serisi birinci kitap
Fantasy"Ejderha'yı duymuş muydun?" "O da ne?" Yaşlı adam parmaklarını tekrar hareket ettirerek kıvılcımları küçük çocuğun önüne taşıdı. Çocuk gözlerini oradan oraya uçuşan adı Ejderha olan bu varlıktan alamadı. Ne kadar ürkütücü de olsa göz alıcı bir taraf...