Karanlık odanın soğuk duvarları arasında yalnızlığına gömülmüş bir insan... Belki etrafında kimse yok, belki de en sevdikleri çok uzaklarda, sesi ulaşamayacak kadar sessiz. Ancak içinde küçük bir umut kıvılcımı, bir anıya sıkıca tutunmuş hâlde, kalbinin derinliklerinde saklı. Bu anı, çoktan geride kalmış bir zamandan ona kalan tek miras: belki bir dostun gülümsemesi, belki bir anne şefkati, belki de hiç gerçekleşmeyecek bir düş.
Her şey onu bu zindanda yutmaya çalışırken, o bir düşte saklanır. İçindeki bu minicik ışık, hüzünlü bir umut olarak parlamaya devam eder, ona acılarla dolu dünyasında nefes alacak bir alan açar.
Hayatta her insanın umudunu tam kaybettiği anda ona küçücük de olsa umut ışığı yanar. Bazıları umut ışığına tutunur, bazıları tutunamaz. Çünkü karanlıkta o küçük ışığı takip etmek zordur.
Küçücük bir alan düşünün engellerle dolu üstü üstüne karanlık ve o karanlıkta çok küçük bir ışık var. O ışığı takip edip bu karanlıktan çıkmak mümkün ama çok zor. Kah tökezleyecek, kah da düşeceksin. Ama en sonunda küçük ışık seni tamamen aydınlığa çıkaracak.
Bu yüzden hayatımın ışığı bebeğimdi. Onu bu karanlık, korkunç yerde umut ışığım olarak seçmiştim. O benim yaşamak için sebebimdi aslında. Bana göre iki umut ışığı olmalıydı biri hayatta kalma sebebi iken diğeri aydınlığa çıkmaya yardım eden olacaktı. Benimse sadece bir umut ışığım vardı. Yaşam ışığım.
Ama sanırım farketmediğim bir şey vardı ki bu hapishanede bana yol gösteren, düşmeme engel olan bir ışık daha vardı.
Ve onun ismi Marsel'di...
Yazardan...
Marsel yeni müdür geldiğinden beri bir şeyler sezmeye başlamıştı. Eskiden bu hapishanede müdürün bile korktuğu adamdı. Onu gören her kes korkudan titrerdi.
Marsel soğuk, sert bir kişiliğe sahipti. İnsanlarla konuşmayı pek sevmez ve yalnız olmayı severdi.
Tabi o güne kadar.
Marsel, Lavinia'nı ilk gördüğü gün öylece yeşil gözlere baka kalmıştı.
Yine sıradan boş gün olduğunu düşündüğü bir günde öylece ayakta etrafa ürkek bakışlar atan kıza bakmıştı. Ona bakmaları onu istemsiz o gün rahatsız etmişti. Hatta sebebini bilmediği şekilde ona bakanları öldürmek istemişti o gün.
Sonra korkmuş bakışları ona dönmüştü. Yeşil gözlerini o an görmüştü. Zaten o an, o yeşil gözlerde kalmıştı. İçinden kendine sürekli küfür etmeyi de durduramamıştı. Yanlıştı ona göre.
Onu ilk defa kucağına aldığı anda vardı tabi ki. Kucağına aldığında içinden çok zayıf diye geçirmeden edememişti. Ona sığındığı anı unutmamıştı. Sanki içinde koruma iç güdüsü yeşermişti. O bu duyguları hiç bir zaman bilmemişti.
Lavinia ile konuştuğu küçük isim sohpeti de içinde bir şeyleri yeşertmeye yetmişti. Bu kız ona bir şey yapıyordu ama kendisi de bilmiyordu. Her kese göre o çok zekiydi. Ama ilk defa onunda bilmediği bir şeyler vardı.
Lavinia'a ait her şeyi korumak istiyordu. Bebeği de vardı burada. Elini karnına koymuştu bebeği hissetmek istemişti. Nasıl bir duygu olduğunu hissetmek istemişti. Yine yaptığı şeyi doğru bulmayıp öylece kaçıp gitmişti.
Ve asıl gün. Lavinia'nı öptüğü gün. İşte o zaman kalbini hissetmişti Marsel. Kalbi yoktu ona göre. Ama o gün kalbi olduğunu anlamıştı.
Lavinia'nı sonsuza kadar öpse onun dudaklarında ölse nasıl olurdu diye düşünmüştü. Bir kadının dudakları onun ölüm sebebi olacak kadar yakıcıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNFAZ hapishanesi
Romanceİnfaz hapishanesi. Dünyaca meşhur, insanların kısaca dilinde ölüm hapishanesi. Bu hapishaneye giren hiç kimse yaşayarak çıkmamıştı çünkü burası ölümün gerçekleştiği insanların, daha doğrusu suçluların infaz olunduğu hapishaneydi. Lavinia ise tesadüf...