dokuz.

24 4 8
                                    

Güven... Benim için ulaşılması zor bir kavram olmuştur hep. İnsanlara güvenmem gerektiği aşılanmıştı ruhuma ev denilen dört duvar arasında. Sanki kendime güvenli bir çember oluşturmuştum ve içeriye sadece Jun hyungun girmesine izin vermiştim bu yaşıma kadar. Sonra Mark ile tanışmış, yavaş yavaş çemberime ördüğüm duvarlarımı tırmanmaya başlamasını seyretmiştim. İlk defa izin vermek istemiştim birinin içeri girmesine. Hareketleri, bakışları hatta gülüşü bile tanıdık gelen bu yabancı çocuğa güvenmeyi tercih etmiştim.

''Babam haklıymış.'' diye geçirdim içimden. ''İnsanlar, hassas bir fanusun içinde sakladığın o güvenini alır,''

Bakışlarımı henüz yanımda oturan bedene çevirdim.

''Yerle bir edip, hiçbir şey olmamış gibi seni hayal kırıklıklarıyla ortada bırakır... Arkasına bile bakmaz.''

Babamın tok sesi sanki yanımda konuşurmuş gibi kulaklarımda canlanırken, midem çalkalanmaya başlamıştı bile. Ayağa kalkmak, telefonumu alıp hiç zaman kaybetmeden Jun hyungu aramak istiyordum. Ona sarılmak ve güvende hissetmek için şu durumda her şeyimi feda edebilecek haldeydim. Zor da olsa, ara ara sendeleyerek güç bela ayaklanmıştım. Durumu fark eden Mark da benimle birlikte doğrulmuştu. Ona bakmamak için büyük güç gösteriyordum. Olur da bakışlarına denk gelirsem, içimde sakladığım göz yaşlarımı tamamen serbest bırakırdım. Buz tutmuş ellerimi kafamın üzerine götürüp, lacivert şapkayı aceleyle saçlarımdan ayırdım. Parmaklarım kitlenmişti sanki. Daha fazla tutmak istemeyip yere attım. Hizamdaki telaşlı bakışlar anlık olarak yerdeki şapkaya inmişti.

''Benim gitmem gerek.'' diyebildim zar zor çıkan sesimle. O kadar kısık sesle konuşmuştum ki, duyup duymadığından bile emin değildim.

Arka cebimden telefonu çıkartıp arkama bakmadan, koşar adımlarla oradan ayrılmak için hareketlendim.

''Donghyuck! Nereye gidiyorsun?!''

Hala yakınımdan gelen sesine bakılırsa, arkamdan koştuğunu anlamıştım. İnsanlar stantların önünde kümeler halinde toplanmış, bazıları görevli öğrencilerle konuşurken bazıları da ellerindeki broşürleri inceliyordu. Fuarın ortasında kireç tutmuş yüzüyle koşturan bedenim anında tüm dikkatleri de üzerine çekmeyi başarmıştı. Omzumun üzerinden arkama baktığımda Mark birkaç adım gerimden koşmaya devam ediyordu. Tam o sırada birisiyle çarpışarak, güçsüz bedenimle adeta yere serilmiştim. Düşmenin şiddetiyle de sol kolumun dirseğini sertçe asfalta çarpmıştım. Dirseğimi acıyla ovarken, Mark da hemen yanıma gelip beni kaldırmak istemişti. Ona fırsat vermeden, dizlerimden güç alarak kalktım.

''Ne oluyor Hyuck, yanlış bir şey mi yaptım?'' 

Gözlerinde anlam veremediğim bir duygu kalabalığı vardı. Endişeli gibiydi fakat aynı zamanda da korkmuştu sanki. Nasıl bu kadar iyi oyuncu olabiliyordu, şaşırmıştım doğrusu? Bakışlarını gözlerimden çekerek, kanadığını bile fark etmediğim dirseğime indirdi.

''Kanıyor. İzin ver bakayım.'' 

Korktuğum başıma gelmişti işte. Daha fazla göz pınarlarımda durmak istemeyen göz yaşlarım birer birer süzülmeye başlamıştı. Onun karşısında zayıf gözükmek istemediğimden, hiç beklemeden elimin tersiyle sildim yanaklarımı. 

''Sen,'' sertçe yutkundum. ''Sen yaptın değil mi? Nasıl bu kadar aptal olup hemen sana güvendim?''

Anlık olarak telaşlı ifadesi gitmiş, sinirli bir ifadeyle saçlarını çekiştirmişti. Maskesi düşüyordu işte.

''Neyden söz ediyorsun gerçekten anlamıyorum Donghyuck. Açık konuş benimle, ne yapmış olabilirim ki sana?''

Dizlerimin bağı her an çözülecekmiş gibi hissettiğimden, sesimi çıkarmadan görüş alanımdaki ahşap banka yürümeye başladım. O da benim gibi sessiz kalmaya devam ediyordu ancak ağzımdan çıkacak bir kelimeye muhtaç haldeydi, yüz ifadesinden anlaşılıyordu. Dün gece yağan yağmurdan dolayı olmalı, bank hafif nemli gibiydi. Aldırış etmeden oturdum, Mark da aramızdaki mesafeyi koruyacak şekilde yanıma yerleşti. Dirseğimde biriken kan pıhtılaşmış, kot ceketimin açık renk kumaşına işlemişti. Acıyordu ancak onu bana hissettirmeyecek daha sert düşünceler geziniyordu zihnimde. 

death box | markhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin