BİRİNCİ BÖLÜM

3 1 0
                                    

Yoğun bir akşam saatiydi; işten çıkanlar, alışverişe yetişmeye çalışanlar, ya da sadece aceleyle bir yerlere varmak isteyen insanların arasında kalmıştım. İstanbul'un tanıdık kaosunun bir parçası olmuş, adeta sürükleniyordum. İnsanlar sanki etrafımda görünmez bir kılavuz çizgisi izliyormuş gibi birbirlerine çarpmadan ilerliyor, hızlı adımlarla geçip gidiyordu. O an kendimi bir nehirde, suyun akıntısına kapılmış bir yaprak gibi hissettim; sadece akışa uymaktan başka çarem yoktu.

Adımlarımı hızlandırmaya çalışırken, boynumdan omzuma düşen atkımın ucu sürekli aşağıya kayıyordu. Bir yandan yürümeye devam edip diğer yandan atkımı düzeltmeye çalışırken, daracık kaldırımlarda ilerlemek her an birine çarpacakmışım gibi bir gerginlik yaratıyordu içimde. Kalabalığın oluşturduğu uğultu, ayak seslerinin yankısı, ara ara duyulan kornalar... Bütün bu sesler arasında zihnimde sadece bir hedef vardı: dosyamı sağlam tutmak ve o atkının inatla düşen ucunu yerinde tutmak

Tam o sırada, elimdeki dosyanın arasına koyduğum bir kağıt yere düşüverdi. İlk başta fark etmemiştim, ama birkaç adım attıktan sonra kağıdın eksikliğini hissettim ve hızla arkamı dönüp yere eğildim. Fakat o esnada yanımdan hızla geçen bir adam, bana çarpmamak için neredeyse düşecek gibi oldu. "Ne yapıyorsun ya, kaldırımın ortasında durmuşsun!" diye sinirle çıkıştı. Yüzüme sert bir bakış fırlattığında kaşlarımı çattım ve yere düşen kağıdı elime aldım. "Sen de önüne bakarak yürü o zaman!" dedim, sesime sinirli ama kendinden emin bir ton ekleyerek. Adam sadece kısa bir bakış atmakla yetinip uzaklaştı, ama bu küçük çatışma, zaten kalabalığın içinde gergin olan ruh halimi biraz daha tetikledi.

Yürümeye devam ettikçe kalabalık yavaş yavaş dağılıyordu ve ben de nihayet adımlarımı sakinleştirme fırsatı buldum. İstanbul'un trafiği akşam saatinde neredeyse durma noktasına gelmişti; kenarından yürüdüğüm yol boyunca yanımdan geçen araçlar, benim yürüyüş hızımla bile baş edemiyorlardı. Sokak lambalarının altında ilerlerken, çevredeki koşuşturan insanlardan sıyrılıp kendi adımlarıma odaklanmaya başladım.

Metroya ulaştığımda, kalabalığın yoğunluğu bir kez daha üzerime çöktü, ancak bu sefer hazırlıklıydım. İçeri adım attığımda, biraz sıkışıklık hissetsem de kısa bir süre sonra yeniden yalnız kalacağımı biliyordum. Metro duraklarda ilerlerken, insanlar yavaş yavaş dağıldı ve ben de kendimi o kalabalığın içinden sıyrılmış, sanki başka bir dünyaya geçmiş gibi hissettim.

Sanat atölyesine gideceğim durağa geldiğimde metro nihayet durdu ve ben derin bir nefes alarak kalabalıktan ayrıldım. Dışarı çıktığımda, İstanbul'un daha sakin bir semtine ayak basmıştım. Sokaklar neredeyse boştu, trafik yoğunluğundan eser yoktu. Şehrin ortasındaki hengamenin ardından, burada sessizlik adeta bir melodi gibi yankılanıyordu. Az önceki kaosun aksine, etrafımda yalnızca birkaç insan vardı; kuş sesleri ve rüzgarın hafifçe salladığı yaprakların fısıltısı kulağıma huzur veriyordu. İstanbul'un her köşesi farklı bir dünya gibiydi; bir yanda gerginlik ve acele, diğer yanda ise huzur ve dinginlik. Bu zıtlıklar içinde yürürken ruhumun içindeki bütün gerginlik de sanki dalga dalga eriyip gitmişti.

Tam kendimi huzurun kollarına bırakmışken, aniden cebimdeki telefonun çaldığını duydum. Elimi cebime atıp telefonu açtım; arayan en yakın arkadaşım Sedef'ti. Yüzümde bir gülümsemeyle "Alo?" derken bir yandan da karşıdan karşıya geçmek üzereydim. Ama o anda, yoldan hızla gelen bir aracın sesini duyduğumda başımı kaldırdım. Frene aniden basan sürücü, neredeyse bana çarpıyordu; kendimi korumak için kollarımı öne uzattım ve dizlerimin üstüne düştüm. Elimdeki dosya ve telefon, çarpmanın etkisiyle etrafa saçıldı. Altımda siyah deri bir etek vardı ve çıplak bacaklarım asfalta yapışmıştı. Dizlerimde ve avuç içlerimde acıyan bir yanma hissettim; derim asfalttaki küçük taşlarla sıyrılmış, kan sızıyordu.

Kalbini Yeniden Yaz Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin