on.

17 3 10
                                    

Heyecan. Sizce de birden fazla rengi barından bir duygu değil miydi? Ben mutluluğun karıştığı heyecan duygusunu iliklerime kadar yaşadığımı pek bilmezdim. Genelde heyecanımın peşini bırakmayan tek şey korku ya da tedirginlik olurdu. Hayatım bu sıralar, bazen idrak etmekte zorlandığım bir takım süreçlerden geçiyorken heyecan denilen kargaşanın her rengini yaşıyordum. Bir hafta sonra babam iş gezisinden dönmüş, kasvetiyle tüm evi tekrardan sarmıştı. Ben de yaşadığım 'ölüm kutusu' olayının etkilerini tam olmasa da yavaş yavaş atmaya başlamıştım üzerimden. Şu an Junho hyung ve Mark dışında kimsenin bilmesini istemiyordum. Çünkü biliyordum ki, olur da babama bahsedersem benim için sadece bir ihtimal olan üniversite hayatıma başlamadan veda ederdim. O ise beni eve kapatmaktan hiç çekinmez, tüm Kore'yi ayağa da kaldırırdı. Bunu göze alamazdım. İlk defa hayallerime bu kadar yakınken, başladığım noktaya geri dönemezdim. Bu nedenle o korkunç olayı bir kenara bırakıp, hiç yaşamamış gibi ideallerime odaklanmayı tercih etmiştim. Ayrıca hayatımda güzel şeyler de olmuyor değildi. Mark ile 'tekrardan tanıştığımız' o akşamüstünü hatırladıkça yüzümde oluşan tebessüme engel olamıyordum.

''Tercih listesi mi dolduruyorsun, yoksa günlük mü yazıyorsun Donghyuck?! Adam akıllı doldur şunu, birazdan baban odaya gelirse görürsün.'' Kulağımın dibinde tam anlamıyla çığıran Junho hyung, gözümün önünde canlanan tüm güzel anıların adeta bir sis bulutu gibi yavaş yavaş kaybolmasına sebep olmuştu. 

''Pekala, tamam. Lise diploma puanım, istediğim fakültenin ismi, kişisel bilgilerim... Ah! Referansları unuttum.''

Referans olarak okuduğum lisenin müdürünü ve matematik öğretmenimi yazmaya karar vermiştim. Babama kalırsa onu ve adliyeden birkaç arkadaşını da 'savcı' unvanıyla yazmam gerekiyordu. Ancak bunu istemiyordum. Gerçekten kendi emeklerimle, kendi başarımın gücüyle girmek istiyordum tıp fakültesine. Evet, tam olarak kendi tercihim olmasa da tıp fakültesinde karar kılmıştık. Yazın başında girdiğim üniversite sınavından aldığım puan da, Seul Ulusal Üniversitesinin tıp fakültesine fazlasıyla yetecek bir puandı. 

''İşte tamam! Hepsini yazdım hyung.''

Oturduğum sandalyeden aniden kalkıp , sevinçle kağıdı havaya kaldırdım. Teslim etmek için fakülteye gitmemiz gerekiyordu. Junho hyung da bu nedenle sabahtan bize gelmişti. Bütün bu koşuşturma içerisinde bana göz kulak olmaktı görevi. Zaten babam rica etmese bile, ben yanımda gelmesi için ters takla bile atabilirdim. O kadar enerjik hissediyordum ki, hala oturmaya devam eden hyungumun elini tutup kalkması için çekiştirmeye başladım. Bana göre oldukça cüsseli bedeni de ayağa kalktığında hiç beklemeden kollarımı beline doladım. Bu zamana kadar bana destek olan bu adama gerçekten minnettardım. Her şeye rağmen benim yanımda durmaktan hiç vazgeçmemişti. Çocukluğumda sahip olduğum en değerli ve tek arkadaşımdı Junho. Başımı göğsüne yaslarken, biriken göz yaşlarım da kendini bırakmıştı işte. O sırada Junho'nun da  şefkat dolu dokunuşları sırtımda geziniyordu. Ağladığımı anladığı için biraz geri çekilerek ıslak gözlerimi yakaladı. 

''Hadi ama Donghyuck... Bugün ağlamak yok, anlaştık mı? Daha fazla zaman kaybetmeden gidelim. Fakülte sekreterliği öğleden sonra çalışmıyor diye biliyorum.''

Haklıydı. Geç kalıp her şeyi berbat etmek isteyeceğim son şeydi. Bedenini serbest bırakıp dolabımın karşısına geçtim. Genellikle giyeceğim kıyafetleri Lauren seçerdi. Ancak bugün yeni hayatıma ilk adımımı atıyorsam, bugünün kıyafetlerini de kendi zevkime göre seçebilirdim değil mi? 


...


Pekala, gergindim. Evden çıkmadan önce, sanki bu yaşıma kadar hapis hayatı yaşayan ben değilmişim gibi 'yeni hayat' naraları atıyordum fakat bu işin sandığımdan daha da zor olacağı belliydi. Ne zamandır içimde bastırmaya çalıştığım endişelerim, tıp fakültesinin açık otoparkına geldiğimizde gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. İnsanlar, daha eğitim süreci başlamadan okula ve çevreye adapte olmuş gibi gözükürken, ben birazdan arabadan inip öğrenci işlerine nasıl tökezlemeden yürüyeceğimi düşünüyordum.  Ayrıca hayatımdaki bu kırılmalara adapte olması gereken tek kişi de ben değildim. Bir diğer kişi de kesinlikle babamdı. Junho hyung ne kadar ısrar etse de yine kendi bildiğini okumuştu. Hemen arkamıza park etmiş siyah arabaya tarafımda kalan dikiz aynasından bakış attım. Yine peşime bir araba dolusu adam takmıştı. Düşündükçe daralıyor, daraldıkça nefes alamıyordum sanki. Bir an önce inmek istediğimden kemerimi açıp hiç beklemeden arabadan indim. Junho hyung ise arabanın kaputuna yaslanmış beni bekliyor, bir yandan da telefonda konuşuyordu. Ona yaklaştığımda anlık olarak telefonu kulağından çekip gülümsedi.

death box | markhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin