4

148 16 6
                                    

Gözlerimi, evimde açtığımı sandım. Ama hayır, burası benim evim değildi. Ben burayı 'tanımıyordum'.

Gene başımı ne tür bir belaya soktum acaba diye düşünürken kafamı soluma çevirdim. İki kişi gördüm. Panikle doğruldum ve doğrulurken canım çok yandı.

"Ah." diye inledim. Hareketsizce karşımda duruyorlardı. Bana sanki günlerdir aynı şekilde bakıyorlardı, heykel gibi hiç kıpırdamadan.
Birini hemen tanıdım. Derenin karşısındaki çocuk. 'Ne düzgün bir yüz.' diye geçirdim içimden.

Gözlerinde ne olduğunu şimdi görebiliyordum. O kadar parlıyordu ki, bu da sanki irisleri yokmuş gibi bir görüntü yaratıyordu. Ama kötü değildi, tam tersine hoşuma gitmişti. Tanıdık olanın gözleri daha mavi daha parlaktı sanki ve kesinlikle daha yakışıklıydı.

Neyim vardı benim? Neden buradan koşarak uzaklaşmıyordum ki? Bu insanları tanımıyordum. Daha da kötüsü hiç de insana benzemiyorlardı.

"İyi misin? " Konuşan, tanımadığımdı. Gerçi ikisini de tanımıyordum ya neyse. Sesi anlaşılır bir uğultu gibiydi. Tuhaf bir aksanı vardı. Dilimizi sonradan öğrendiği çok belliydi. Anlayamadığım şey, aksanıydı. İngiliz ya da başka bir dilden etkilenmiş bir Türkçe değildi bu. Daha önce hiç duymadığım bir aksanla konuşuyordu.

"Ben," nasıl devam edebileceğimi bilmiyordum. İyi miydim? Canım yanıyordu ama çok da rahatsız edici değildi. Bir yerimin çok feci tutulması gibiydi.

"Nerdeyim?" Birbirlerine baktılar. Zor bir soruydu galiba.

"Yaran nasıl?"
"Bilmiyorum. Neredeyim ben ?" "Endişelenme, hala..." duraksadı "Evindesin." diye devam etti.

Hayır, burası benim evim değildi, benim evim.. Düşüncelerim beni Canan'a, pikniğe götürdü. 'Olamaz.' diye düşündüm.

Canan beni çok merak etmiş olmalıydı.

"Ne zamandır buradayım ?"
"5 saate yakın."
"Ne ?" Başımı ellerimin arasına aldım. Her yerde beni aramış olmalıydılar. Umarım polise haber vermemişlerdir diye düşündüm. Ya da belki, umarım haber vermişlerdir. Beni yanında tutanların dost canlısı olup, olmadıkların emin değildim. Korkudan nefesim daralmaya başladı.

"Ne oldu ?"
"Yaralandın, bir kazaydı. Üzgünüm." Nasıl yani? Beni o mu yaralamıştı? Ama bana çarpan şeyi görmemiştim bile, çok hızlıydı.

"Seni biraz geç fark ettim." derken üzgün görünüyordu. Sanki vicdan azabı çeker gibiydi. Hala anlamamıştım. Belki de elinde bir bıçakla koşuyordu bilmiyordum aklım almıyordu.

"Önemi yok." dedim. Ama önemi yok muydu gerçekten? Bunu biri ayağına yanlışlıkla bastığında, ya da sana çarptığında falan söylerdin. Belimden neredeyse kalçama kadar uzandığını tahmin ettiğim bir yaram vardı ve benim tek söylediğim 'Önemi yok' idi.

Aslında, ürkütücü görünüşü yüzünden kendimde, onu azarlayacak güç bulamıyordum. Hala beni nasıl bu hale getirdiğini anlayamamıştım.
Ama aniden başıma saplanan ağzı yüzünden sert bir şekilde yere oturduğumda, bunu düşünmemeye karar vermiştim. Ellerimle keskin ağrıyı ovmaya başladım.

"Gidip, biraz ilaç getireyim." diyerek yavaşça odadan çıkan iri çocuğa minnettar bir şekilde baktım. Tuhaf, az önce onu yaram için suçluyordum. Şimdi yalnızdık.

Yanıma gelip beni yerden kaldırdı. Elleri öyle soğuktu ki, üşüyor diye düşünmüştüm. Ama üşüyor gibi de görünmüyordu. O an, ellerinin kanlı olduğunu gördüm. Kurumuş, koyu kan. Muhtemelen benim kanımdı.

"Beni sen mi taşıdın?" İlk kez göz göze gelmiyorduk ama sorumla birlikte kafasını kaldırıp bana baktığında donup kaldım. Bu çocuk gerçekten çok etkileyiciydi. Elini küllü sarı saçlarına geçirip başını hafifçe 'evet' anlamında salladı. "Teşekkür ederim." dedim. Cevap vermedi. Ellerini ovuşturdu. Kanı silerek çıkarmaya çalıştı.

"Öyle çıkmaz ki," dedim ukala bir şekilde. "Suyla denemelisin." Benim kanım olduğu için sanki mahcup olmuştum.

Ayağa kalktığımda odanın diğer ucunda bir ayna olduğunu gördüm ve ona doğru yürümeye başladım. Aynanın önüne geldiğimde gömleğimin üzerimde olmadığını fark ettim. İçimdeki beyaz tişört ise neredeyse tamamen kanlanmıştı. Tedirgince, tişörtü belimden yukarı doğru sıyırdım. Yaramı ilk kez görüyordum. Çok derin değildi ama yine de kötü sayılırdı. Etrafına merhem sürülmüştü, kanamıyordu. Hiçbir şeyle sarmamalarına rağmen, kanı nasıl durdurabildiklerini merak ettim.

Ama bundan daha da ilginci yaram parlıyordu. Aynı bu yabancı gözler gibi hafif bir parıltısı vardı. O zaman beni gerçekten yaralayanın o çocuk olduğuna inandım. Tuhaftı, bu yaratıklar bir kesiği bile zarifleştirebiliyorlardı.

Yarama odaklandığımdan olsa gerek, yanıma geldiğini fark etmedim. Uzanıp yaranın başladığı kısma dokundu. Dokunuşuyla irkildim, çünkü hem ani, hem de soğuk olmuştu. İrkilmeme rağmen elini çekmedi. Kaşları ciddiyetle gerilmişti. "Birkaç güne düzelir."

Benimle ilk kez konuşuyordu. Sesini ilk kez duyuyordum. Ve bu bende tartışmasız bir sarsıntı yaratmıştı.

Evet, sesi tam anlamıyla sarsıcıydı. Eğer bir şeye benzetmem gerekseydi, sıcak çikolataya benzetirdim. Sıcak. Yoğun. Akıcı. İnsanı canlandıran. Diğerindeki aksan bu seste daha güçlüydü. Daha etkili ve daha çekici bir tonlamayla konuşuyordu. Kesinlikle Türk değillerdi.

"Evet, umarım." Benim sesim onunkinin yanında ne kadar da basit kalmıştı. Utandım.
"Baş ağrın için bunu iç." diye bir şişe uzattı odaya giren. İçinden çıkan pembe hapı, az önce başucumda duran su ile birlikte yuttum. Hemen etkisini göstermemesi gerekirdi.
"Bana nerede olduğumu söylemediniz. Ve kim olduğunuzu da."
"Hala ormandayız, burası.." bakışlarını diğerine çevirdi. Ondan onay almadan konuşmak istemiyordu sanki. "..bir kulübe."
"Öyle mi ?" Hala ormanda olduğumu öğrenmek beni rahatlatmıştı. O kadar da uzak bir yerde değildim. Ama yine de evimden oldukça uzaktım. Üstelik içinde şuan muhtemelen deliye dönmüş bir ev arkadaşı vardı.
"Biraz...tuhaf görünüyorsunuz." Bu soruyu biraz korkarak ve sürekli benimle konuşana değil de, diğerine sormuştum. Çünkü onun konuşmasını istiyordum. O sesi tekrar duymak için nelerimi vermezdim. Ama nafile, sorulara hep öteki cevap veriyordu.

"Evet, biraz..." dedi sırıtarak. Alay eder gibiydi. "
Nasıl olduğunu sorabilir miyim ?" Tam bana cevap verecekken, vazgeçti. Engellendiği hissine kapıldım.
"Bilmene gerek olduğunu sanmıyorum. Ve kimseye bir şey söylemene de gerek yok." Konuşan bu kez dere çocuğuydu.

Başarmıştım, fakat söylediği kelimelerin arkasında yatabilecek anlamlardan da hoşlanmamıştım. "Evime dönmeliyim o zaman." dedim biraz sitemli bir şekilde.

Bana anlatmadıkları için alınmış mıydım yoksa. Çok saçma arkadaş bile değildik.

"Evet, seni evine bırakabiliriz."

Tam teşekkür edecektim ki, ikisinin de ifadesi dondu. Panik içinde birbirlerine baktılar. "Bu kadar erken geleceğini düşünmüyordum."
"Evet..bende."
"Ne yapacağız, kızı burada görmesi iyi olmaz."
"Saklayabiliriz."
"Tamam."
"Neler oluyor ?" Soruma ikisi de cevap vermedi ve kolumdan tutup, kulübenin arkasına götürüldüm.
"Ne oldu? Bırakın beni."
"Saklanman gerek." Bir yandan beni tutan soğuk ellerden kurtulmaya çalışıyordum.

"İyi de neden? Bırak."
"Bak senin iyiliğin için tamam mı? Zorluk çıkarma." Yine titremeye başlamıştım. Bu hiç iyi değildi.
"Dolap mı?" dedim umutsuzca. Bu, bana kocasını aldatan kadınların, metreslerini sakladıkları sahneleri hatırlatmıştı. Of, ne utanç verici bir duruma düşmüştüm ben böyle.

"Evet." Ve beni gerçekten de dolaba sokup, sessiz olmamı tembihlediler. "Tamam ama neler olduğunu anlat.."
Cümlemi tamamlama izin bile vermeden kapağı kapatıp, yetmezmiş gibi bir de kilitlediler.

AtlasHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin