*Dide Pak*
Sokakta, insanların günlük yaşamlarından sergiler var. Şurada bir kadın telefonla savaş veriyor. Sanırım; evlilik yıl dönümlerinde, akşam eve geç geleceğini açıklayan kocasını azarlıyor. Az ötede; minik bir kız çocuğu, kedinin ürkek haline bakmaksızın okşamak istiyor. Onun ilerisinde ise; bir terzi çırağı, dükkânlarının önünü süpürmesini emrettiği ustasına sövüyor.
Sokaktaki insanlar; yanlarından geçip gidenin henüz başlamamış bir tehlikenin habercisi olan sesler duyduğunu iddia eden, kaçık bir kız olduğundan habersizler.
Sağ ayağıma, iç sesimden ilham aldığını belirtircesine, yine o his yerleşti. Bıktım şu saçmalıktan. O tuhaf sesler yüzünden okul hayatım, geleceğim, aile ilişkilerim ters yüz oldu. Deli damgası yiyip, sözüm ona, insan içine karışmam gerektiği için antikacı dükkânında rafları düzenlemek üzere işe başladım. Şu an ise iş çıkışı asfalt yolda ayaklarımın sürünmesine izin veriyorum.
Bugün 7 Mart. İki yıl önce bugün; terk edilmiş ve yıkık duvarları görkemli çınar ağacının dallarına gizlenmiş ufak kulübemde duydum o ilk sesi. Ve yine iki yıl önce bugün; sağ ayağıma minik iğneler batırıyorlarmışçasına tatlı bir acı hissettim. Birkaç duyum tecrübe edinince; sağ ayağımdaki o tuhaf histen iki dakika sonra sesin geldiği kanısına vardım. Evet, tam iki dakika. Bu zaman dilimi hiç şaşmıyor.
Şimdiyse kulübeme giden toprak yoldaki ayaklarımın zeminden yükselttiği toz bulutlarının arasından geçiyorum.
Artık seslerden korkmuyorum. Hatta kimi zaman alay ediyorum onlarla. Saate bir bakalım... Tamı tamına bir dakika, kırk sekiz saniyem kalmış. Kırk yedi, kırk altı, kırk beş... Sanırım kulübeye varmama yetecek kadar zamana sahibim. Rahatlatıcı bir nedensizlikle; kendimi sıvaları dökülmekte olan kulübemde, güvende hissediyorum.
Ve şimdi kulübemdeyim. Babama haber verme gereği duymuyorum. Eminim; utandığı kaçık kızından kurtulduktan sonra insan içine çıkabilir. Ne zaman kafamı dağıtmak istesem, uzun zaman önce keşfettiğim kulübemde bulurum kendimi. Hemen hemen her gün burada olduğum gerçeği, kafamın bir türlü toplanmadığına delalettir.
"Zamanı geldi."
"İpuçlarını takip et."
"Gözlüğü takmalısın."
"O gözlük senin olmalı."
"Zamanı geldi."
Ah, aptal! Ne saçmalıyorsun sen? Ne gözlüğü? Hangi ipucundan bahsediyorsun? Kimsin sen? İyice çıldırmaya başladım. Bu sinir bozucu sesler yüzünden iki yıldır terapilerde sürünüyorum. Kırk beş dakika sonra bir seansım var. Gitmeye çok gönüllü olmasam da kaçırmak istemem.
Okulu öyle özledim ki... Öğle aralarında okulu saran tost kokularını özledim. Sınıftakilerin soğuk esprilerini özledim. Hatta çaprazımda oturan ve her ders büyük bir dikkatle burnundaki sümüğü sündürerek sıranın altına yapıştıran sınıf arkadaşımı bile...
Gerçi tüm bunlar bir köşeden gözlemlediğim yaşama dair kırıntılar. Yoksa ben sandığınız gibi popüler, sevecen bir lolitanın aksine; asosyal, gülmeyi beceremeyen, çevresi tarafından görünmez bir varlığım.
Benim için fazla duygu yüklü bu düşünceleri aklımın bir köşesinden savarken; büyük, demir sokak kapımızın önüne ulaşabildim. Fazla lüks olmayan arabamızın gürültülü motor sesini duyabiliyorum. Sanırım babam, geldiğimi görünce çalıştırma gereği duydu.
Yorum yapmadan, arabanın arka kapısını açıp hiç de havalı olmayan bir giriş yaptım. Yol boyunca; dilimi kullanmadan, asfalttaki belli aralıklarla dizilmiş ağaçları izledim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GÖZLÜK
FantasyTaş kağıda aşıktı. Çünkü ona bir tek kağıt sarılıyordu. Bu yüzden de önüne çıkan tüm makasları kırıyordu. Onlarınki fantastik bir aşkın hikayesi. Dokunabilmek ile iyileştirmek arasında ince bir araf vardır ya bu öyküde… O arafta evcilik oynayanların...