Bu gece biraz olsun dinlenebilmemin tek yolu var..
Doğrulup büyü çekmecemden bir tütsü çubuğu, kullanılmamış bir kara mum ve bir jilet çıkartıyor, ardından da büyüm için gereken diğer malzemeleri, örneğin bir salkım kırmızı üzümü almak için Stella'nın mini dolabına yöneliyorum. Hepsini toprak fincanıma doldurup doğrulmaya kalkıyorum ama ne mümkün! Başım çatlıyor. Yine de becerebiliyorum. Zor bela başımı çevirip yataklarında mışıldayan Amber ve Stella'ya göz atıyorum, pencereden süzülen solgun ay ışığı Amber'in üzerinde gölgeler oluşturuyor. Amber, horultusunu asla kesmeden yatağında dönüyor, ağzı bir karış açık, göğsü inip kalkıyor ve çilek kırmızısı bukleleri de yastığa yayılmış duruyor. Stella, sanki horultudan kurtulabilecekmişçesine, koluyla kulağını örtüyor, altın sarısı saçları tam ortasından ayrılmış gibi.
Onlara her şeyi anlatmaya katlanıp katlanamayacağımı düşünüyorum. Kimbilir, belki de fazlasıyla abartıyorumdur.
Toprak fincanımı koltuğumun altına sıkıştırıp, çekmeceden aldığım cep fenerimle odayı tarıyorum. Kazan dairesinin kapısı karşımda duruyor.Fenerin ölgün ışığıyla önümü görmeye çalışarak, tozlu merdivenlerden aşağı iniyorum. Işığı daha fazla açabileceğimi biliyorum ama ansızın patlayacak yapay ışığın baş ağrımı dayanılmaz hale getirmesinden korkuyorum. Bu yüzden de karanlıkta el yordamıyla ilerlemeyi tercih ediyorum; karanlığı,bedenimi saran buruşuk kadifeden bir deri olarak düşünmeye çalışıyorum, sanki beni aşağı kata, kazan dairesine sürüklüyor.
Aşağısı çatlak borularla doluymuş gibi rutubet kokuyor. Soluğumu ayarlamaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Belki de kendimi hasta gibi hissettiğim içindir veya kabuslarımın son perdesinin kapanışından bir süre geçmesine rağmen, tam olarak üstesinden gelemediğim, içimden atamadığımdan olabilir.
Derin bir soluk alıp çimento tabanda yürüyorum. Kazan dairesinde pek fazla bir şey yok. Eski püskü bir kazan, paslı bir su tankı ve onarılmayı bekleyen mobilyalar... Ne var ki, kimseyi uyandırmamaya veya baskına uğrama korkusuna kapılmadan tek başıma kalabileceğim tek yer de burası sanırım.
Koltuğumun altındakileri eski bir bilgisayar masasının üzerine yayıyor ve tütsüyü yakıyorum. Önce üzüm salkımıyla başlıyorum. Dumanla kaplandığından emin olana kadar salkımı, tütsünün üzerinde tutuyorum. Sonra bütün malzemeyi tütsüye boğuyor, üzerimde dolaşan koyu duman dalgalarına odaklanıp kendimi lavanta karışımının etkisine bırakıyorum.
Midem deli gibi gurulduyor. Parmağımın ucunu yağa batırıp kullanılmamış mumun ucuna sürüyorum. Ortasından başlayıp arkasına dolanarak mumu tümüyle yağlıyorum.
Mumu iyice yağladıktan sonra bu kez de jileti, onu düşünür düşünmez titreyen ellerimle tutup Stacey'in adını kazıyorum.
Şu ana kadar tüm olanlar ve bundan sonra olacaklar için...
Mumu saat yönünde üç kere döndürüyorum ve ondan kurtulma düşüncesine odaklanıp Stacey'in adını yazdığım yerin yanına 'huzur içinde yat' yazıyorum. Böylece suçluluk duygumdan kurtulacağım.
Ardından mumu fincana dikip üzümleri kopattmadan koyuyorum. 'Stacey , Stacey , Stacey huzur içinde yat diye fısıldıyorum. Geçmişi bana bir daha yaşayamayacaksın..
Birkaç dakika büyünün etkisine dalıyor sonra kendime gelip bileğimdeki saati mum ışığına tutuyorum saat tam 04.40! Mumu alıp odaya gitmeye koyuluyorum. Harika! Midemin rahatlığını hissedebiliyorum. Kendimi yatağıma attığımda, belki de artık rahat uyuyabilirim.
Tam her şeyi toparlamış yukarı çıkmaya hazırlanırken, köşeden, su tankının yakınlarından gelen bir ses duyuyorum.
"Kimsin?" diyerek yerimden fırlıyorum. Feneri kaptığım gibi o yöne doğru ilerliyorum ama ışık o kadar sönük ki karanlığın içinde hiçbir şey göremiyorum. Tanka doğru bir adım daha atınca arkasındaki pencerenin açık olduğunu fark ediyorum.
Sanki birisi yerden doğru usul usul adımlar atıyor gibi bir ses duyuyorum.
Tekrar "Kimsin?" diye yineliyorum. "Kim vat orada?" Vücudumun her yeri titriyor. Kalbim göğsümü delecekmiş gibi çarpıyor. Olduğum yerden koşarak merdivenlere ilerliyorum. Ama bu hızlı hareketimle fenerin ölgün ışığı da sönünce karanlığın ortasında kalıyorum. Arkamdan geldiğini hissediyorum.
"Bekle" diye bağırıyor.
Basamakları çıkmaya çalışırken bu kez de dizime sert bir şey batıyor. Bir çivi. Belki de bir kıymık. Küfrediyorum. Midem ağzıma geliyor. Ağzım safra doluyor. Ayak sesleri adım adım beni izliyor. Dizlerimin üzerinde doğrulup öne atılarak ne halde olduğumu bilmeden kapının tokmağını buluyorum.
Kahretsin! Tokmağı çeviriyorum ama kapı açılmıyor. Sanki arkasına bir şey dayalı. Sanki biri beni buraya hapsetti.