Evinizde oturuyorsunuz... Anneniz, babanız,
kardeşleriniz, çocuklar... Küçük, dar, bakımsız
bir evde, epeyce kalabalık oturuyorsunuz.
Günlerdir birbirinizin yüzüne daha önce hiç fark
etmediğiniz kadar uzun bir süre bakıp
ağlıyorsunuz. Ailenizdeki her bireyin, her açıdan,
her farklı biçimde ağlayışını keşfediyorsunuz;
sessizce, bağırarak, utangaçca,
anlamsızlaşarak... Gözyaşı tuzuyla pıhtılaşmış
göz kapaklarınız ağırlaşıyor, kendiliğinden
kapanıyor, uyuyakalıyorsunuz bazen. Sonra uyku
ile uyanıklık arası inilti halinde bir ağlamayla
uyanıyorsunuz tekrar. Kimin hala ağladığına
bakıyorsunuz usulca, anlamsızlaşıyorsunuz.
Acıktığınızı fark ediyorsunuz, çok acıktığınızı
fark ediyorsunuz, herkesin çok acıktığını fark
ediyorsunuz, çok yorgun, çok bitkin olduğunu
herkesin... Bir şeyler yeme ihtiyacı
hissediyorsunuz...
Ama buzdolabını açamıyorsunuz.
Kaç gün oldu bu haldesiniz, hatırlamıyorsunuz.
Aslında herkes haberdar sizden; seksen
milyonluk ülkeniz ve hatta dünya; ama yan
komşularınız bile gelip bir gölgelik sunamıyor
acınıza. Yaranızı hafifletecek iki cümle
kuramıyor, sizinle ağlayamıyor. Kimsesizsiniz.
Evde gözyaşı, hüzün, nefret ve anlamsızlıktan
örülü amansız bir cinnet kokusu, odalarda
üzerinize daralan duvarlar; bunalıyorsunuz. Bi
dışarıya çıksam, diyorsunuz, biraz nefes alsam,
ıssız bir köşe başında kimse görmeden ağlasam,
herkesle değil, yalnız ağlasam... Ama
çıkamayacağınızı biliyorsunuz. Pencereye
yanaşıyorsunuz. Yanaştıkça artan kurşun ve
bomba seslerini daha fazla duyumsuyorsunuz.
Perdeyi hafifçe, korkarak aralıyorsunuz.
Gürültüyle yıkılan bir duvarın sesiyle
irkiliyorsunuz. Sonra kaç gündür ne kadar çok
irkildiğinizi anımsıyorsunuz. Pencereyi açmak
istiyorsunuz, birazcık hava... Gaz ve toz
dumanları doluşuyor içeriye, kapatıyorsunuz. Ne
kadar da sıcak. Ne kadar da susadınız. Soğuk
bir bardak su içmek için mutfağa
yöneliyorsunuz. Yürürken annenizin öne eğik
başını ve iniltiyle karışık dökülen gözyaşını
görüyorsunuz göz ucuyla, artık duyarsızlaştınız,
yürüyorsunuz, çok susadınız. Mutfağın kapısına
vardığınızda kafatasınızdan girip topuklarınıza
sertçe vuran incecik bir kılıcın acısını titreyerek
duyumsuyorsunuz...
Buzdolabını açamıyorsunuz.
Siz azalmasını umuyorsunuz ama git gide
çoğalıyor kurşun ve bombardıman sesleri.
Seslerden tahminde bulunuyorsunuz kendinizce,
kendinizi absürd bir oyunun içinde buluyorsunuz;
bu roketatar sesi, bu el bombası, bu havan
topu... Çocukluğunuz geliyor aklınıza birdenbire.
Bir havan topu mermisi taştan, kerpiçten ve
yoksulluktan örülü evinize isabet etmiş;
babaannenizi, dedenizi, amcanızı; yedi
akrabanızı öldürmüştü oracıkta... Sonra dilini
bilmediğiniz, üniformalı, silahlı bir yığın asker
gelmiş, yarısı yıkık evinizi ateşe vermişti. Size,
eğer hayatta kalmak istiyorsanız köyünüzü ter
etmeniz gerektiği söylenmişti. Bir kamyon
kasasında bu varoşa gelmiştiniz. Bir kamyon
muydu? Traktör mü? Ne önemi var, diyorsunuz;
bir cehennemden başka bir cehenneme insan
taşıyan bir aracın ne önemi var? Bu varoşta,
derme çatma bir eve sığınmıştınız. Hiç eşyanız
yoktu. Çevrede sizin gibi yüzlerce aile vardı;
sizden önce gelenler, sonra gelenler... Birkaç kirli
kilim, birkaç döşek serip yaşamaya
başlamıştınız yeniden. Fakir komşularınız
kullanmadıkları fazla eşyalarını vermişlerdi size.
Yavaş yavaş dolmuş, bir eve benzemişti eviniz.
Ne kadar da sevinmiştiniz, eski de olsa, çok ses
çıkarsa da komşulardan biri size bu çok sıcak
iklimde bir buzdolabı verdiğinde! Buzdolapları
neden bu kadar çok ses çıkarırlardı? Aniden,
artık ağlamaktan yorulmuş ailenizin çıkardıkları
garip sesler kulağınızda, buzdolabının sesini
duyumsuyorsunuz.
Ama buzdolabını açamıyorsunuz.
Bunalıyorsunuz. Kendinizi durmadan hep aynı
yerde dönenen ve hep kirli, hep kötü anılar
biriktiren korkunç bir hortumun içindeymiş gibi
hissediyorsunuz. Tekrar bunalıyorsunuz... Orijinal
kaçak cep telefonunuzdan sosyal medyaya
bakıyorsunuz. Binlerce kişi sizden bahsediyor,
bir yığın haber sitesi... Sizden, ailenizden; sizin
büyük çaresizliğinizden. Başka haberlere
bakmaya çalışıyorsunuz. Acınıza ortak
arıyorsunuz. Pek de uzun sürmüyor arayışınız.
İstanbul'da telefonda Kürtçe konuştuğu için
öldürülen bir gencin haberini okuyorsunuz.
Türkiye'nin birçok yerinde Kürtler'in evlerinin
ateşe verildiğini okuyorsunuz. Facebook'ta
yöresel elbiseyle fotoğraf paylaştığı için soyulup,
dövülüp, zorla Atatürk'ün büstü öptürülen bir
Kürt'ün haberini okuyorsunuz. Üç kuruşa,
memleketinden uzakta çalışan, yetmiş altı
yaşında yaşlı bir adamın, sırf Kürt olduğu için
linç edilmiş fotoğrafını... Mardin'de bir çocuğun
polislerce linç edilip, öldü sanılarak çöpe
atılmasını... Lice'de bir çocuğun öldürüldüğünü...
Yüksekova'da bir çocuğun... Cizre'de otuz beş
günlük bir çocuğun... Cizre'de bir çocuğun!
Cizre'de bir çocuğun!... Kafatasınızdan girip
topuklarınıza vuran o incecik kılıcın
topuklarınızdan gerisingeri kafatasınıza
vurduğunu hissediyorsunuz acıyla! Kafatasınızın
parçalandığını! Cizre'de bir çocuğun! Hışımla
irkiliyor ve buzdolabına bakıyorsunuz.
Ama buzdolabını açamıyorsunuz.
Çünkü o buzdolabında kızkardeşinizin cesedi
var!
Günler önce polislerce öldürülmüş on üç
yaşındaki kızkardeşinizin!
Kokmasın, diye oraya koyduğunuz
kızkardeşinizin!
Halbuki ne de güzel bir kokusu vardı!
Artık anımsamıyorsunuz.
Gözleriniz o buzdolabına sabitleniyor.
Gözleriniz o buzdolabıyla bir bütün oluyor.
Ama o buzdolabını açamıyorsunuz.
Ve siz hayatınız boyunca
bir daha
asla
hiçbir buzdolabını açamayacaksınız.