Hayat devam ediyor, hatta bu konuda dürüst davranırsak, biraz da fazla uzun sürüyor. Uzun bir hayatta yaşanacak otuz ya da otuz beş bin gün vardır ama bunların çok azı önemli şeylerin yaşandığı büyük günlerdir. Geri kalanı -çoğunluğu, yani onbinlerce gün- önemsiz, birbirini tekrar eden monoton günlerdir. Hemen yaşar ve unuturuz. Dönüp de hayatlarımıza baktığımızda bu aritmetiği hiç düşünmeyiz. Bir avuç büyük günü hatırlarız ve gerisini bir kenara atarız. Uzun ve şekilsiz hayatımızı, benim yaptığım gibi, bu küçük hikayelerin içine sığdırmaya çalışırız. Ama hayatlarımız sıradan, hatırladığımız günler çöplüğü ve "son" denen şey hiçbir zaman sonra olmuyor
Yaşamak veya yaşamamak. Yıllardır bu iki zıt arzunun pençesindeyim. Hayat, acılarımın sisli camı arkasında kâh bir kâbusa, kâh bir heyulaya benziyor. Bazen komedilerin en adisi. Bazen trajedilerin en dayanılmazı. Ve içimdeki cehennemden habersiz bir dünya.. Kitaplardı benim oyuncağım. Onları elimden aldılar. Önce insanlar aldı, sonra kendileri kaçtılar benden. Ve kadınlar ki, ölüm kadar güzeldiler.. Duyguları kapıda bekletiyorum. İçerde yabancılar var. Kapıyı açtığım zaman, kimseyi bulamıyorum dışarıda.. Yasamak bir fırtınaya kapılmak, yanmak, ağlamak yani sevilmek. Yaratmaksa mumyalaşmak, fırtınanın yani hayatın dışında kalmak yabancılaşmaktır...