Yıldızların Işığını Aç - BİR
Kucağımdaki minik kıpırtı ve küçük ayakların dizlerimdeki sürtünmesiyle gözlerimi açtım. Gözüme çarpan ilk şey, camın ardındaki küçük tepecikler ve ardında doğmak için çaba harcayan güneşti. Hava koyu maviliği geride bırakmış, bir boya fırçası sanki yanlışlıkla gökyüzüne düşmüş ve boyalarını bulaştırmıştı.
Kucağımda oturan, sırtını göğsüme yaslamış küçük çocuğa bakmaya çalıştım. Saçları, alnı ve ensesi otobüsün boğucu sıcağı yüzünden terliydi. Kendi sırtımın da terli olduğunu hissettim. Aynı şekilde sabahın beşinde kocaman otobüste uyanık olan, şoför dışındaki tek kişinin ben olduğumu fark ettim.
Kucağımdaki kıpırtılar devam ederken Alaz'ın minik mırıltısını duymamla doğruldum. Uyanmaya çalıştığı zaman ki hallerini seviyordum; masum, sersemce ve ne yaptığından habersiz haldeydi. Ama uyanıyor ve ne zaman uyanmaya yeltense burnumdan da getiriyordu.
Önce gerindi, minik ellerinden biri çeneme, diğeri burnuma çarptı ama gerinmeyi kesmedi. Gece boyunca uyumamıştı ve ben uyuduktan kim bilir kaç saat sonra uyuyakalmıştı. Oyun oynamayı seviyor ve bu yüzden kendi halinde takılmaya bayılıyordu. Daha belki daha birkaç saat önce uyumuş olabilirdi de.
Gerinmeyi kesip geriye attığı başının üstünü göğsümde sabitledi ve kahveyle karışık ela gözlerini uykuyla kırpıştırıp geriye doğru kaldırarak bana baktı. Minik burnu hafif kızarıktı, alnına yapışmış çikolata kahvesi saçları biraz koyu kalıyordu ve minik pembe dudakları kurumuş gibiydi. Beyaz teni, havanın açılması yüzünden yüzüne yansıyan ışıklarla daha da açıldı. Elleri hala yüzümdeydi.
Ağzımı, bir şey söylemek için açtığımda önce ellerinden biri yavaşça aşağı indi, ardından diğeri. Ardından, uykuya aç bir halde kahve gözleri sağa doğru kaydı ve tekrar uykuya daldı. Sabahın bu saatlerinde hava her şekilde soğuk olacağı için dizlerimde kaymış olan pikeyi, Alaz'ı uyandırmamaya çalışarak eğildim ve parmak uçlarımla yakalayıp çektim. Otobüs sıcaktan kavruluyor olabilirdi ama Alaz'ın hasta olması, isteyeceğim en son şeydi.
Pikeyi Alaz'ın boğazına kadar çektim, sırtını sol koluma döndürdüm ve onu kucağımda yan yatırıp ensesini dirseğimin iç kısmına gelecek şekilde yatırdım. Ardından ona sarılıp hafif terli ama hala elma kokan saçlarını öptüm. Bir süre beynim işlevini yitirdi ve nedensizce öylece durdum. İzmir'den İstanbul'a gelmek, akıl almazdı. Özellikle de her şey sarpa sardıktan sonra.
Düşünmek istemiyordum. Düşünmemeliydim. Bu iki kişilik hayatta büyük ve sorumluluk sahibi olan kişi ben olmalıydım. Alaz daha küçük, dört yaşında her şeyden habersiz bir çocuktu ve ben onun her şeyi olmaya çalışıyordum.
Daha elleri bile bir avucu doldurmayan bir hayatın, her anında yer alabilmek delilikti; zira ben kendime güvenemiyordum. Kendi hayatımın doğrularının Alaz'ın hayatına etki edeceğini veya kendimde kaybettiğim zamanları Alaz'da telafi etmeyi ummuyordum. Kendi hayatımda eğer belirli bir zaman varsa; ki bu önemsizdi güneşin her doğuşunda Alaz'a yer vardı. Minik adımlarını aşan sevgiler vardı, en tazesinden, en büyüğünden.
Saçlarını koklayıp öptüm ve kapattığım gözlerimi kırpıştırarak açtım. Başımı çekip minik hayatıma dikkat ederken, derin bir nefes aldım. Bazen kendi nefesimi bile sırf onun hayatı için almak istiyordum. Kendi hayatımı Alaz'ın üzerine kurmaktan bir kez olsun vazgeçmemem gibi.
Cebimden telefonumu çıkarıp sabahın beşinde gelen mesaja baktım; eski lise arkadaşımın Kadıköy'de olduğunu hatırladığım evinden çıktığını ve otogara doğru sıkıntılı bir yol aldığını yazdığını okudum. Adı Darren'dı ve yabancı uyrukluydu, ama şimdi ne kadar Türk olduğunu merak ediyordum. Beni evine kabul etmesini bırak, beni hatırlamasını bile beklemiyordum; lisedeyken onun çevirmenliğini yaptığımda bile adımı telaffuz etmekte zorlanıyordu ama şimdi arabasını sabah trafiğine sokmuştu bile.
O sırada günün ilk ışıkları, kapattığım ekranda gördüğüm ifadesiz yüzüme yansıdı. Dün geceden beri ne halde olduğumu bilmiyordum. Güneşin turuncu ışıkları yüzümün sağının tamamını kaplıyor ve göz altlarımın ne kadar çöktüğünü görmemi sağlıyordu.
Başımı kaldırdım ve camdan dışarıya, geride bıraktıklarıma baktım. Eskide kalan ne varsa, teker teker, yanından geçtiğimiz ağaçlar gibi geri de kalıyordu. Başkalarının yanından geçip gidecek kadar değersiz anılardı.
Ama şu an, eski kirli mahzenlere yakışmayacak kadar saf ve beyaz birini taşıyordum kucağımda. Her şeyden habersiz, tek ailesinin ben olduğu bir gerçek olan tek varlığım. Alaz yeteri kadar büyüdüğünde, elbette olanları anlatacaktım ona. Talih veya kader her neyse, bizim tarafımızda değildi ama karşımızdan esen her rüzgara direnebilecek güçte olduğumu biliyordum.
Alaz'ın anlaması ve bilmesi gereken hayatı, o yükü taşıyabilecek güçte olduğunu anladığım zaman anlatmak istiyordum. Belki onu her şeyden soyutlayamazdım, ama koruyabilirdim. Belki insanların dışarıdan baktıklarında gördükleri şeyin, baba oğul profili olduğunu biliyordum ama küçük bir çocuğa ağabey olmak ne kadar kolay sanıyorlardı? Gizemli bir yerden para geldiğini, neyin nerede olduğunu çok iyi bilmem ve kucağımda uyuyan çocuğun sorunsuz büyüdüğünü düşündüklerini biliyordum. Ama hiçbiri yoktu ve zaten de olmasını istediğim şeyler değildi.
Benim hayatım, yeni başlıyordu. Yeni bir şehir, yeni bir üniversite, yeni bir hayat ve ailemden kalan tek küçük ve değerli parçam. Kucağımda, yüzüne düşen turuncu ışıklara rağmen uyumaya devam küçük çocuk. Alaz Yüksekdağ.
Kader kelimesinin her harfinde bile en önemli, en değişken, en ani anılar dönüp dolaşırdı. Kendi kaderinde rolü olan her isyan, bir parmak boşluk bırakırdı. Sonra da insan, o boşluktan kendini ya atardı, ya da atlardı. Ben karşıya geçmeyi seçtim. Hayatta çok amaçlı insanlardan olmaktansa, bir ağaç dalları gibi çok amaçlar doğuran tek bir amaca odaklandım. Alaz beni tek amacımdı. Onun amaçları ise, ağacın küçük dalları gibiydi işte. Bazı dallarda küçük yeşil yapraklar çıkar, bazılarında küçük kurtçuklar o yaprakları yerdi. Alaz'ın tüm küçük sorunları, benim sorunlarımdı. Küçük çözümleri, küçük amaçları, küçük düşünceleri, hepsi benimdi. O neyse, ben de oydum.
Alaz, savunmasız olabilirdi, ama çaresiz değildi. Minik aklındaki her fikir, dahiyaneydi. Kendi evreninde yarattığı kahramanlıklardan doğmuş güçlü bir çocuktu. Ona iyi bir şeyler öğretebilmeyi seviyordum. Onun, iyi biri olmasını sağlamak için elimden geleni yapıyordum. Hiçbir şekilde bu büyük ve tozlu dünyadan, kendi küçük dünyasına bir şeyler sokmamalıydı. En azından birbirimizi ciddi anlamda anlamaya başlayana dek.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yıldızların Işığını Aç
Teen FictionAvuçlarımda atan minik bir kalp; elleri ellerimin içinde kayboluyor ama gözleri tüm hayatı içine alacak kadar büyük. Merakla bakıyor etrafına, ilk kez gördü güneşin doğuşunu. Otobüsün camında, yanımızda kalan ve önünden geçtiğimiz dağların ardında d...