Hafif bir rüzgar eşliğinde hayatın sillesini yediğinizi düşünün. O çetrefilli saçlarıyla yavaş yavaş tüm vücudunuzu acıya boğan hayat size yeni bir oyun oynamaya karar vermiştir. Sizin ne kadar dayanıklı veya zayıf olduğunuz önemli değil. Önemli olan sizin mutlu olmanızdır. Tam mutlu oldum derken tamam işte bu demişken yani tam bu kofti dünyanın tadını almaya başlarken çıkar o ortaya. Çıkar ve sizi mahveder. Buna alışamazsınız çünkü her seferinde daha ağır bir darbeyi vurmayı başarmıştır. Darbeleri aldıkça yıpranırsınız yorulursunuz ve en kötüsü ise olgunlaşırsınız. Neden mi en kötüsü olgunlaşmak? Olgunlaşmak acıyı hemen beraberinde getirir. Olgunlaştıkça insan her zaman ruhunun en derinine yıllardır korktuğu o karanlığa fersah fersah yaklaşır. Bunu o kadar iyi ve soğukkanlılıkla yapar ki bazen kendisi bile unutur. Çünkü hala o arkadaşlarının arasında sevecen mutlu hatta dobra olan insandır. Dışarıya olumlu gözükür ama içindeki acı fırtınasını kimseye belli etmez. Sadece yalnız kaldığı zaman acısını dışa dönüktür. Bu fiziksel bir acıdan daha zordur. Belki bileklerinden akan kanın küvetteki suyu nasıl kırmızılaştırdığını izlesede onu mutlu etmeyecek bir acı. Acı usulca ele geçirir bizi. İlk başlarda hissizleştirir daha sonra insanlardan tiksindirir. Kısacası yalnız kalmaya zorlar. O kaparoz düşüncelerinizi beyninizin köhne bir kenarına sıkıştırır. En sonunda bakmışsınız koca okyanusun ortasına atılmış kirli bir bebek bezi kadar yalnız ve çaresiz bulursunuz kendinizi. Her sabah acı içinde kalkıp o saçma mutluluk maskenizi giyip lanet gününüze söverek başlarsınız. Eğer bu anlattıklarım biraz bile olsun size yakın geliyorsa hayırlı olsun. Sizde hayat ve acının insanlığa karşı oynadığı oyunda kaybeden olmuşsunuz demektir.