"Geliyorlar!"
"Koş Leyla koş!"
"Arkamızdalar Asya! Öleceğiz!"
"Sadece kaçmaya bak Leyla! Takip et beni!"
"Asya!" Leyla'nın bağırması ile arkamı döndüm. Leyla yere düşmüştü ve toparlanamıyordu. Bir yandan askerler geliyordu arkasından. Ona koşup onu kurtarabilirdim. Ona doğru koşmaya başladığımda herşey ağırlaşmıştı sanki. Birazdan ölecektik belkide. Son çırpınışlarımızdı bunlar. Tam Leyla'ya yaklaştığım sırada köşeden bir el beni tutup virane bir binaya çekti.
"Çıldırdın mı sen?" Dedi kısık bir sesle. Ne olduğunu henüz kavrayamamıştım. Aklıma Leyla geldiğinde ise hemen düştüğüm yerden kalkıp ona bakmak için kafamı yıkılmış duvardan çıkardım. Leyla görünmüyordu, kaçmıştı sanırım. Tam geri çekilip rahat bir nefes almıştım ki bir silah sesi duyuldu. Kalbime bir kurşun saplandı sanki o an. O kurşun Leyla'ya mı saplanmıştı yani? Böyle bir felaket olmamalıydı. Gözlerimden durmaksızın bir iki damla yaş aktı. Bağırmamı engellemek için ağzımı tutan ellerin kime ait olduğu umrumda bile değildi. Korkulu gözlerle askerlerin gitmesini izledim saklandığım yerden. Gözden kaybolduklarında beni tutan ellerden kurtulup silah sesinin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Göreceğim şeyi az çok tahmin ediyordum, ama yinede bu kadar kötü olacağını bilmiyordum. Askerlerin çıktığı köşeyi döndükten sonra herşey anlamsızlaşmıştı benim için. Leyla, cansız bedeni ile öylece yatıyordu yerde. Önce ne yapacağımı bilemeyip Leyla'ya bakıp kaldım saniyelerce. Sonra yaşaması umuduyla yanına yaklaştım. Nefes almıyordu, nabzı atmıyordu. Acı bir çığlık attım o an. Kalbim paramparçaydı. En yakınımı, dostumu kaybetmiştim işte. Bu iğrenç savaşın ortasında yalnızdım. Aklım ne kadar onun ölüm acısı ile dolmuş olsada o an, yalnız kalmakta korkutmuştu beni. Yalnız kalmak... Hemde "Savaşın Ortasında..."
***
"Haydi Asya, gidiyoruz!"
"Geliyorum baba."
Kaçıyorduk. Elimde kalan son eşyalarımı da toplayıp merdivenleri bir bir çıkmaya başladım. Her bir basamakta ayrı bir çığlık yankılanıyordu kulaklarımda. Yalnız değildim, ama bu biyolojikti. Leyla öldüğünden bu yana ruh gibiydim. Savaştan kaçmak bile rahatlatmıyordu beni, nereye kaçarsam kaçayım bir ölüydüm ben zaten. Sevdiğim her şeyi son bir ayda tek tek kaybettim. Sevdiklerim gözlerimin önünde öldüler, değer verdiğim tüm anılar yerini kabuslara bıraktı. Dediğim gibi, savaştan kaçmak anlamsızdı bir bakıma. Nereye kaçarsam kaçayım beynimin içinde hep savaş sesleri yankılanacaktı.
Babam varlıklı bir adamdı. Tanınan, sevilen ve oldukça saygı duyulan biriydi. Savaş gittikçe bir alışkanlık haline gelmişti bünyelerde ki, göç zamanıda başlamıştı. Düşmanlar belirli bir miktar para alarak şehri terketmeleri için insanlara şans veriyorlardı. Babamda bu belirli miktarı karşılayarak bizim bu şehri terketmemizi sağlayacaktı.
Elimdeki küçük bavulu bir askere teslim ettim. Babam elimden tutarak askeriye aracına binmeme yardım etmişti. Daha sonra ise mahkumlar gibi yola koyulduk. Bineceğimiz yolcu gemisine yaklaştığımızda insan sesleri yükselmeye başlamıştı. Duraksadığı zamanlar olsada silah seslerini çoğunlukla duyuyordum. Bindiğimiz askeriye aracının arkasında sessizce bekliyordum. Bir an duraksadık, eli silahlı askerler şöförden birşeyler istedi. Şöförün elini cebine atmasını beklerken dudaklarından çıkan kelime dikkatimi çekti.
"Kırmızı göz." Asker bir adım geri çekilip arkaya göz attıktan sonra araç gitmeye devam etti. Gemiye yaklaştığımızda gördüklerim karşısında gözlerim dolu dolu olmuştu. Bir yandan askerlere gemiye binmek için yalvaran insanlar, diğer yanda açlıktan bayılmak üzere olan çocuklar... Ve daha neler neler. Kabuslar bitmek bilmiyordu, sırf bu manzaraları daha fazla görmek istemediğimden kaçma fikrine sıcak bakmıştım.