Midem çok ağrıyor. Bir şeyler yazmalıyım. Ve hemen şimdi yazmalıyım ve hemen şimdi bitirmeliyim.
Kendimi İstanbul a çok benzetiyorum. Ben ne zaman ağlasam yağmur yağıyor. Her lodosta başım ağrıyor, ellerim şişiyor. İstanbul da İstanbul u yaşıyorum. Trafiği ne zaman tıkansa ben de tıkanıyorum. Havanın her güzel olduğu gün sanki beşinci sınıfta yirmi üç nisan müsameresinden dönen çocuk gibi hissediyorum kendimi. İstanbul beni tanıyor, ben de onu. Ben onu gözlerim kapalı dinlemiyorum ya da çamlıca tepesinden, büyük adadan seyretmiyorum. Onunla yatıp onunla kalkıyorum. Ben uyanınca güneş doğuyor İstanbul da. İlahi şehir her sabah bekler beni. Ben eve dönünce de güneş batar. Bazen şahit olurum, şehrin karanlığında bir şeylere; bekler beni ne yapsın? Hele bir gün eve gelmedim, mesai yaptı güneş o gece. Sabaha kadar batmadı güneş, batamadan doğdu!
Bu kadar nazımı çeken şehir çektirmiyor da değil. Bazen kavga eden karı koca gibi birbirimizi yitiyoruz, didişiyoruz. "Koca şehir, hiç yakıştı mı sana, ne hale soktun beni?" dediğim oluyor. Ama yine de terk edemiyorum onu. Beni şahit tutuyor her seferinde kötülüklerine.
Mehmet in dediği gibi; "gövdem, terası beynim olan apartman boşluğuydu, herkesin cinayet delillerini sakladığı."
İstanbul gövdesiydi benliğimin. Israrlar, geçimsiz yurttaşlıklar. Erdemli insan adına, İstanbul da yaşama adına bir şeyleri anlama konusunda gücüm arttıkça daha çok üzülüyorum. Anlamanın ağırlığı altında, anlamayanların hafifliğine üzülüyorum. Bir ölçüsü olmalı bunun. Bir yerde durmalıyım. Ama olmuyor, çünkü anlam çok farklı. Cinayet delillerinin saklandığı İstanbul da ısrarlara, anlayışsızlığa, bencilliğe, cehalete yani "geçimsiz yurttaşlıklara" karşı koyamıyorum.
Merak ediyorum yoklukta var olmak mı yoksa varlıkta yok olmak mı? Hangisini tercih etmeliyim. İstanbul mu beni var ediyor, ben mi İstanbul u? Kim kimde yok oluyor?
Yoruyorsun beni İstanbul. Umurunda değilim bazen. Kim bilir daha kimler var seninle doğup seninle batan? Bunu bilmeme rağmen, seni seviyorum ve seni terk edemiyorum. Ben sende kayboldum İstanbul. Gece işlediğin cinayetleri gördüm. Hani ben gelmediğimde batıramadığın güneşin aydınlattığı gecede. Boşluktaki cinayetleri. Baksana "yok" un içinde ben varım. Sen önemsemiyorsun beni, ama ben varım. O kadar çok kişiyle aldatılmaya razıyken, bana bu kadar ızdırap çektirmen niye? Bir kere batamadın diye mi? Geceyi karartamadan, gündüz yediğin haltları örtemeden geçirdin diye mi?
Düşünsene gece olunca mı hava kararıyor? Hava kararınca mı gece oluyor? Hava kararmadan geceyi yaşamak neyse de karanlıkta aydınlığa ne demeli? Ters mi oldu yoksa aydınlık geceyi mi tercih etmeli, yoksa karanlıkta gündüzü mü?
Bu akşam benimle gelmedin, artık gündüzleri uzun mu tutuyorsun yoksa. Ama bak evde akşam olmuş, insanlar aydınlığın yorgunluğunu gecede saklamaya başlamış, karanlığın içindeki aydınlığa sığınmış. Sen aklın sıra aydınlık kalmaya çalış karanlıkta. Karanlıkta sakladığın cinayetleri biliyorum. Nasıl yapıyorsun bunları? Hiç mi insafın yok senin? O kadar cinayet, o kadar insanlık dışı şeyleri sana güvenen, seni seven insanlara nasıl yapıyorsun? Ve nasıl hiçbir şey olmamış gibi tekrar sabah doğabiliyor güneş? Ya da sen nasıl hiçbir şey olmamış gibi karşılıyorsun güneşi? Ben bu cinayetleri kimseye anlatamıyorum. Anlatsam inanırlar mı bu kadar insafsız olduğuna bilmiyorum. Sana da kıyamıyorum İstanbul. Senin bu insafsızlıklarını sakladığım için kendimden utanmalı mıyım? Anlatsam da inanmayacaklar düşüncesi yalan. Kimsenin görmediği nasıl olduğunu bilmediği o cinayetlerin tek şahidi benim.Uyuyamıyordum. Midem ağrıyor, yatakta bir o yana bir yine aynı yana dön(e)meden yatıyordum. Uykum varken uyuyamamak çok kötüydü. Uykum varken uyuyamadığımda, gece ve karanlık birlikteydi. Aslında uyku, aydınlık geceye hızlı varışa sebep olacaktı. En iyisi hem karanlık hem geceydi. Çelişmiyordu. Ama uyumadığım sürece en uzak andaydım aydınlık geceye.
Gecenin aydınlığa, gündüzün karanlığa karıştığı ve uyumaya çalıştığım bir anda, oğlumun içimi acıtan öksürüğüyle irkildim. Saat beşten dörde geliyordu. İçimi acıtan öksürük İstanbul u hatırlattı. Her yağmurunda ağladığım şehir her soğuk havada beni de öksürtüyordu. Gerçi hava da soğuk sayılmazdı. Mevsim yazdı. Ama mevsimin yazısı değildi bu öksürük. Yerimden doğruldum, yan yana duran üç odanın, birincisinden ikincisine geçtim. Oğlumun başucundaydım. Zamanında başucumda bekleyen babam üçüncü odanın bir ucundaydı. Oğluma bakarken baba, babama bakarken oğul oluyordum. Üç oda vardı, iki baba, ikide oğul. Ama dört kişi değildik. Birisi iki kişilik oynuyordu bu oyunu. Belli zaten, böyle olmalıydı. Güneş tekrar batacağına emin bir şekilde doğmaya hazırlanıyordu. Oğlumun öksürükleri artmıştı ki; babam tıkandı, nefes almakta güçlük çekiyor, uykunun da verdiği sersemlikle kendini toparlamakta zorlanıyordu. Bu sık sık olurdu. Yemeği çok kaçırsa, ya da sırt üstü yatsa. Ama oğlumun öksürüğü de merak edilecek kadar değildi. Sıradan ve içtendi. Ama ben oğlumun yanındaki babaydım. Babamın yanındaki oğlu için üçüncü odaya gitmedim. Hem de, ben sıradan ve içten öksürürken benim başımda duran babamın yanına gitmedim. Çok acımasız görünüyordu. Düşününce ürküyordum, çünkü ben sırt üstü tıkandığımda da oğlum içten öksüren oğlunun yanında kalacaktı. Aynı sadece bir gece batmasına izin vermeyip mesaiye bıraktığım ve o günden sonra gecesi gündüzüne, aydınlığı karanlığına karışan İstanbul un beni bıraktığı gibi. Babam oğluma, oğlum babama karıştı, şehir karıştı ve ben karıştım. İki kişilik yaşadığım hayattaki "ben" i kaybettim. Acaba babam İstanbul gibi mi yapacaktı bana; ya da ben İstanbul mu oldum babam için. Yoksa beni anlayacak mıydı babam? Ben acaba anlayacak mıyım gelecekte oğlumu? Bekleyip de neden gelmediğini görünce?Ah İstanbul ben neler bekledim seninle? Hatırlıyor musun? Elimde yüzük, evlenme teklif etmek için onun en sevdiği restoranda, onun en sevdiği masada ve onun doğum gününde beklemiştim de gelmemişti ve bir daha haber bile alamamıştım ondan. Günlerce aramış ama bulamamıştım onu. Bu arada o eve gelmediğim, benim yüzümden mesai yaptığın ve bana küstüğün gece o geceydi işte. Onu sabaha kadar aynı masada beklemiştim. Onu unutmak çok zor olmuştu. Çünkü neden gelmediğini bilmemek, anlamamak, onca yaşanmış şeyden sonra; gecem gündüzüm karışmıştı. Kendime gelmem çok uzun zaman aldı. Mide ağrılarım o günlerde başladı. Sen de beni terk ettin ya İstanbul borcun olsun. Yıllar sonra evlenip çocuk sahibi olduğumda da gidemedim İstanbul dan, bana onca acıyı hatırlatmasına rağmen. Ama o gece ilk defa İstanbul dan ve İstanbul da olmaktan pişman oldum.
Oğlumun artan öksürükleri tedirgin etmeye başlayınca beni, tıkanan babama bir bardak su verip, arabanın anahtarını kaptığım gibi doğru hastaneye götürdüm onu. O hastaneyi pek sev(e)mezdim aslında. Eşimin son günleri de o hastanede geçmişti. Sayılı günleri var demişlerdi. Gerçekten de sayılı günler çabuk geçmişti. Ah İstanbul o günlerde de eve gelemedim kusura bakma. Gerçi mesaiye kalmamışsın ama, gecen gündüzün bi karıştı ya hep beni suçladın. Ah be İstanbul oysa ben seni ne kadar sevmiştim, her şeye rağmen. Bana yeniden hayata bağlanma heyecanı veren mavi gözlümü bir gece, sayılacak gün bitti diye elimden aldığında da seni bırakmamıştım.
Ama o gece.
Öksürük krizi insanı tedirgin edecek hale gelen oğluma ilk müdahaleyi bir asistan yaptı. Oksijen vermeye başladılar. Nefes almasını sağlamaya çalışıyorlardı. Bir yandan ne olduğu soruyorlar ve not alıyorlardı. "Az sonra doktor burada olacak" dediler. Az sonra dedikleri an geldiğinde hayat bir anda yedi sene önceye gitti, bir anda gündüz oldu, İstanbul karanlığa ve aydınlığa söz geçiremiyordu. Kulaklarım duymuyordu. Karşımdaki doktorun yüzüme bakmadan anlattıkları, yedi senedir cevabını bilmediğim soruya karşılık bir açıklama mıydı bilmiyorum.
Yedi seneden biraz fazla bir zaman önce yine bir hastanede karşılaşmıştık onunla. O kalp krizi geçiren annesini ben de bir gece aniden tıkanan babamı getirmiştik hastaneye. Bir tekerlekli sandalye yüzünden kavga etmiştik. Tüm geceyi aynı hastanede benzer dertlerle geçirince, üstüne üstlük üç uzun gece yan yana odalarda refakatçilik yapınca, gülmüştük ilk geceki halimize. Benim sadece babam, onun ise sadece annesi vardı hayatta. Hastane çıkışında kaybetmedik birbirimizi. Ömür boyu birlikte olalım derken; ben elimde yüzük, yedi seneden biraz az bir zaman önce ona evlenme teklif etmek için beklemiştim; İstanbul un bana küstüğü gece. Gelmemişti. Ne bir haber. Ne de ona ait hiçbir şey bırakmadan kaybolmuştu. Çalıştığı hastaneden ayrılmıştı. Oturduğu evi, telefonunu, her şeyini değiştirmişti. Neden? Ve bir günde nasıl? Çok kafamı kemirdi bu sorular. Ama hiçbir zaman anlayamadım ve cevabını da öğrenemedim.
Ve şimdi oğlumun başucunda onu muayene ediyordu, beni hala fark etmemişti. O an oğlumu unutmuştum. O an, o hastanede aylarca başında beklediğim "başka bir öykünün başkahramanı" mavi gözlümü unutmuştum. Yedi sene önceden gelemiyordum. Doğacağından emin batan güneş "haklıydı", doğdu o sırada ve doktor doğan güneşle başını kaldırdı, göz göze geldik. "Oğlunuz" dedi, kaldı. Yutkunmaya çalıştı, olmadı. Tekrar "oğlunuz" dedi ve boğuk bir sesle "astım nöbeti geçiriyor" diyebildi.Hastanede çok uzun kaldık. Bu arada babamı da kaybettim. Oğlumla kalakalmıştık. İzin günleri dışında her gün uğrayan doktor oğlumla yakından ilgileniyor ve bana en ince ayrıntısına kadar bilgi veriyordu. Ama hiçbir ayrıntıyı atlamadan, hiçbir ayrıntısını bilediğim soruya girmeden. Sormuyordum. Anlatmıyordu. Anlamıyordum. Anlattıklarının anlatamadıklarının çokta azı olduğu, paydanın neredeyse sonsuzda sonlanacağı anlarda ortak paydayı yakalıyorsun ki; paydanın payı yoktu bu işte. Artık bir anlamı da kalmamıştı belki de.
Oğlum iyileşince hastaneden taburcu olduk ve bir gecenin sabaha karşı aydınlığın karanlığa galebe çalmaya çalıştığı dakikalarda İstanbul u terk ettik. Geride doyamadığım mavi gözlümü, kıymetini bilemediğim babamı, hiç tanımadığım annemi, birde cevabını öğrenemediğim soruyu bırakarak. Ben ağlıyordum, oğlum ağlıyordu. İstanbul da yağmur yağıyordu."Yalnızlık sana ait olmayan kalabalıklarda gezmektir."
Işığı yakma karanlığıma dokunma,
Ses çıkarma sessizliğime dokunma,
Odama gelme yalnızlığıma dokunma,
Bunları giderken düşünecektin.