(Kedi Ali'nin Tanrısı)
Dünyanın bütün dertleri omuzlarının üzerindeydi sanki ve ama yağmur da yağıyordu. Küçük bir odanın içinde, Âdem kadar çıplaktı. Yıkayıp, çitileyip, kurusun diye birkaç defa ütülediği iç çamaşırlarını ve elbiselerini kontrol etti; halen nemliydiler. Acelesi vardı; o yüzden de pantolonunun sadece en ıslak olan, bel bölümüne ütüyle bastırmaya karar verdi. Yalnız başına bulunuyor olmasına rağmen rahattı. Bir an, edep yerine takıldı gözleri; gereksiz kılların uzunluğu, âdem olmakla şeytanlaşmak arasında bir ölçüttü onun kafasında. Ve insanlıktan çıkmakta olduğunu, hatta şeytanlığa çok yakın olduğunu fark etti. Bu rahatsız edici görüntüden kurtulmak için aceleyle giyindi ve hole çıktı. İlk iş olarak yine pencereden dışarıyı izledi; manzara halen tam istediği gibiydi. "Kapansa şu gökyüzü yağmurlarla ve sisle\ Bir nebze huzura erse ruhum o hapisle\ Usandım yaşamaktan içimdeki bu habisle\ Bir nebze huzura erse ruhum o hapisle." Şiir yazabilen biri değildi. Öyleyse nereden ve nasıl gelip diline yerleşmişti bu dizeler? "Dert insanı söyletir" dedikleri, böyle birşey olsa gerekti. Aynı sözleri ardı ardına mırıldanırken daha bir karamsar, daha bir yorgun ve bitkin hissetti kendisini ya da ona öyle geldi. Bir türlü haşır-neşir olamadığı, uzaktan izlediği halde bizzat buluşamadığı, içinde yaşayamadığı sis ve yağmur sevgisiydi onu böyle içlendirip iki dakikada şair yapıveren. "İstanbul da hava böyle olsaydı, ne olurdu" diyerek hayıflandı. Üzerinde büyük, yeşil yapraklardan desenler bulunan kalın perdeyi aralayıp camdan dışarı baktı bir daha. Yağmur hala sicim gibi yağıyordu. Sevindi, çünkü düşen damlalarla içine huzur doluyordu. Kapattı tekrar perdeyi. Camın tamamen örtülüp örtülmediğini kontrol etti. Sonra aceleyle açık duran kapıya yöneldi.
"Hazer dur!" diye arkasından bağırılmış olmasını duymazlıktan gelip odadan hızla çıktı. Gacırdayan merdivenlerden aceleyle indi, sonra cebinden koca siyah demir anahtarı çıkardı, büyük tahta kapının kilidini açtı, dışarı attı kendini. Kapıyı dikkatle örttü, kilitledi. Bu iki katlı ahşap binaya baktı; her şey normal görünüyordu. Sonra gözlerini kapattı, derin nefes aldı ve kendinden geçmiş bir halde yağan yağmura teslim oldu. Yağmur çok güzel yağıyordu. Hazer, arada başını gökyüzüne kaldırıyor, gözlerini kırpıştırarak bakıyor, yağmurun geldiği yeri görmeye çalışıyordu. Yağmur yağdığında hep böyle yapardı. Ama düzenli bir ordu gibi yüzüne doğru akın eden damlalardan başka bir şey göremezdi. İnsanın başını gökyüzüne kaldırabilmesi başlı başına çok güzeldi. Çok mutluydu şu an. Ağaçların, çalıların arasından amaçsızca yürüdü. Kısa bir süre sonra dönüp eve bir daha baktı. Yeterince uzaklaşmıştı. Durdu, etrafına göz gezdirdi. Kendi kendine mırıldandı:
"Oh, nihayet seninle buluşabildik! Bu sağanağın altında hiçbir şey umurumda olmaz. Şuraya bak, nasıl da bir merasim geçidiymişçesine geliyorlar üzerime. Hiçbiri bir diğerine çarpmadan, düzeni bozmadan, aralarındaki minik kol mesafesini ihlal etmeden, yekdiğerinin önüne geçmeden, sollama yapmadan... Rüzgârla savrulduklarında dahi toplu hareket ederek, bir tanesi bile yolunu şaşırmadan. Terbiyeli, eğitimli su damlacıkları... İnsana böyle bir terbiyeyi vermek gerekse kim bilir kaç yıl eğitmek gerekirdi. Yığınla geliyorlar; geldikleri yeri görmek istiyorum ama her seferinde ne kadar direnirsem direneyim birkaç metreden ötesini göremiyorum. Ama yine de lanet olası gök görünüyor arkada fon olarak." Hava, gökteki siyah bulutlar yüzünden erken kararmak üzereydi. Gökteki... Görmek istemediği o uçsuz bucaksız açıklık için gözlerini kaçırdı ama gök kavramın aklından geçmesi bile canını sıkmıştı. Hissettiği rahatsızlıkla başını iyice önüne eğdi. Sonra biraz kaldırdı. Yavaşça ve kontrollü bir biçimde... Şu andaki pozisyonuna göre gözünün görebildiği her yer ağaçlıktı. Dikkatli bakınca, envai çeşit meyve, yeşil yaprakların altından görünebiliyordu. Bu görüntüye hayran kaldı. Ama Hazer'in şu andaki derdi, bunlar değil, civarda –olmadığını öğrenmesine rağmen- bir ev, daha doğru bir ifadeyle, insanlı bir ev olup olmadığını kendi gözleriyle görmekti. Bu maksatla bir daha baktı çevresine; ağaçların ve çalılıkların arkasında kalan alanları da sağa sola çekilerek görmeye çabaladı. Görünürde tek bir ev, tek bir insan yoktu. Evin arka tarafı ise yüksek bir tepeydi. "Oraya da sonra çıkarım," diye düşündü önce. Ama sonra birden fikrini değiştirdi ve binanın arkasına da gitmeye niyetlendi coşkuyla. Hızlı ve istekli birkaç adımdan sonra durakladı; ardından birkaç ürkek adım attı. Bir vahşi hayvanla karşılaşacakmışcasına geri kaçmaya her an hazır bir şekilde, tedirgin bir iki adım daha ilerledi:
YOU ARE READING
BİR ZAMANLAR KARAGÜMRÜK'TE
Misterio / SuspensoKaragümrük'ten üç arkadaş, bir dağ evinde, ölümcül bir hesaplaşmanın içerisine girmişlerdir. Ancak hemen belirtelim ki, bu hesaplaşma, öyle medeni bir biçimde değil, bilakis Karagümrük semtine has bir tarzda olmaktadır: Arkadaşlardan birisi, diğer i...